18 haziran 2016 / bianet
“her insanın bir baba hikâyesinin olması gerektiğini
düşünürdüm hep; hayal ederdim, kendi kendime kurgular yapardım, hâttâ bir baba
karakteri yazıp onu kendim oluşturmaya da kalktım birkaç kez... olmadı...”
sırtımda yalnızca bu giysi,
yalnızca şu bir tutam saçım var o ki, şimdi sevdiği kalmadı. rainer maria rilke daha önce de yazmıştım: içtenlik,
sahicilik, naiflik... sevgili jehan barbur’un bende uyandırdığı duygular
bunlar... o kadar mı? hayır, tabii ki! çok yönlülüğü, çok kültürlülüğü ve yaratıcılığı. sesine ve söyleyiş biçimine dair ben bir şey demeyeceğim
çünkü onu dinleyen, tanıyan herkes bunları biliyor, her zaman söylüyor... etnik çokluğu gibi varlık çokluğu içinde bir insan aynı
zamanda. dahası tüm bunları çevresindekilerde de varetme gücüne sahip. değdiği,
temas ettiği, bir araya geldiği herkese bir anda geçiyor. bir şey daha yineleyeceğim: “edith piaf’a da benziyor biraz da...” onun kadar güçlü ama bir o kadar da kırılgan olduğu
duygusunu yaratan ve ona dokunmak için çok düşünmek gerektiği duygusunu
veren... onun yazarlık yönünün yeni bir ürünü çıktı; düzenli yazarı
olduğu ot dergisi yayınları arasından çıkan “baba öyküler”
kitabı. yukarıda yazdıklarımı, onu kişisel olarak tanımamın
ötesinde, 359 sayfalık gerçekten de “baba” bir kitap ve o kitabın içinde
konuşan 20 farklı insanın hepsinden bana yansıyanlar da destekliyor. babalar ve kızları, oğulları, çocukları, “baba öyküler” kitabında birbirinden farklı yirmi insan var.
tabii ki yirmi de baba. o yirmi kişinin içinde baba olanlar da var. hem
babalarıyla olan evlatlıklarını, hem de kiminin kendi çocuklarıyla olan babalıklarını
anlatan çok sayıda öykü tabii ki. her biri özgün, farklı ve özel. ama bu kitap yayınlandıktan
sonra artık “özel” olmaktan çıkıp, en azından okurların oluşturduğu bir
kamusallığa da sahip olan öyküler. kitapta anlatılan babaların bazılarını bir şekilde tanıma
şansına sahip birisiyim, yaşım nedeniyle. “merhabam”, ilişkim, onlara dair
algılarım ve düşüncelerim var. kitapta yazılanlar bunların bir bölümünü doğrulasa
da yeni şeyler, yeni yanlar keşfettiğim güzel insanlar onlar. konuşan anlatanların da kimisini şahsen, çoğunu da kamuya
yansıyan yanlarıyla, ürün ve yapıtlarıyla tanıyorum. onların da hepsi güzel
insanlar. bazılarının bendeki etkisi daha çok ve önemli tabii ki! ötekilere
göre daha çok sevdiklerim var, aralarında... bir başka önemli boyut da, tek tek hikâyelerin ötesinde
tümünün anlattıklarının birleşiminden ortaya çıkan, cumhuriyetin en azından
60-70 yıllık döneminin ekonomik, sosyal ve politik bir hikâyesinin de kitabın
içinde yer alıyor olması. ayrıntılı bir analiz ve değerlendirmeyle bu da bir başka
“çalışma” konusu olabilir. ayrıca bu dönemdeki insan ilişkilerine dair
sosyolojik bir çözümleme yapılarak, aile, anne-baba-çocuk ilişkileri
irdelenebilir, çeşitli sanatsal yapıtlar için kaynak olarak kullanılabilir.
bizde böyle şeyler yapılmıyor ne yazık ki!.. o yüzden çok yönlü okuma yapmaya uygun bir kitap sevgili
jehan’ın daha şimdiden “dört” baskı yapan bu kitabı. emeğine yüreğine sağlık,
kutluyor ve yalnız müzik alanında değil bu alanda da başka yaratılarını
bekliyorum. ot dergisinin bulunduğu sokakta yapılan kitabın ilk tanıtım
etkinliğinde bulundum. ‘hoş bir tesadüf’ sonucu o sırada istanbul’daydım, orada
olmam gerektiğini düşündüm ve orada oldum. burada yazdıklarımın bir kısmını
orada da söyledim. sevgili jehan da bizlerle söyleşirken. sayısı elliyi
bulmayan sevenleriyle ve her zamanki tarzıyla. ayrıca tek tek konuştu
okurlarıyla kitaplarını imzalarken. benimle de... kitabını “kızım için
imzalattım kitabını”. bir sokak söyleşisi... bir insan... bir gerçek... o gün orada genç bir ‘kadın’ dikkâtimi çekti. onu da
izledim söyleşi boyunca. sonra bir vesileyle birkaç cümle konuştuk. birkaç gün sonra bu kez bir çay bahçesinde rastladım
kendisine. elinde o gün aldığı “baba öyküler” vardı, gözleri kızarıktı,
yüz hatları derin bir üzüntü içinde olduğunu söylüyordu bakana. beni fark
etmemişti, oturduğum yerden bir süre daha izledim onu. sonra nasıl olduysa bir
an göz göze geldik. gözlerindeki ifadeden onun da beni anımsamış olduğunu
çıkardım. ancak dudaklarımın hareketinden anlayabileceği sessiz bir “merhaba”
çıktı ağzımdan. kırık bir gülümsemenin eşliğinde. başını öne sallayarak
selamımı aldı. sonra birden ayağa kalkıp benim masama geldi. karşımdaki
sandalyeye oturdu. şaşırdım... -“kitabı az önce bitirdim! çok etkilendim.” dedi. -“ağlatmış sizi sanırım!” diye karşılık verdim. yanıt
vermesini beklemiyordum aslında. sonra o konuşmaya, coşkun bir ırmak gibi anlatmaya başladı;
zaman zaman elindeki kitaptan örnekler veriyor, alıntılar yapıyordu. bir baba hikâyesi kurmak “doğuluyum, babam öldü, annem ise dağda; eğer ölmemiş
yaşıyorsa. ikisini da hiç tanımadım ve hiç anımsamıyorum. babamı ben bir buçuk
yaşındayken hapse atmışlar, sonra hapiste ölmüş. annem de o hapse girince beni
bırakıp dağa gitmiş. aslında o köye başka bir yerden gelmişler, orada yakınları
yokmuş. o dönemde köy boşaltılmış, herkes bir yana gitmiş. köy okulundaki bir
kadın öğretmen aracı olmuş beni yuvaya vermişler. yetiştirme yurtlarında geçti
çocukluğum, yalnız büyüdüm. okumayı çok sevdim ve okudum, yapacağım başka bir
şey de yoktu. yuvaya verilmeme neden olan öğretmen, çok sonradan ben
üniversitedeyken gelip beni buldu. o zaman öğrendim olan biteni. bazen bulur
beni görüşürüz. bir anne değil tabi, ama başka yakınım yok. en azından ben
bilmiyorum. “üniversiteyi bitirdim, şimdi bir işim var, kendime yetmeye
çalışıyorum. jehan barbur’un bu kitabından haberim olduğunda merak ettim. sizin
de olduğunuz o gün de onu ilk kez gördüm. bir yakınım gibi hissettim nedense.
onda öyle bir yan var, gördüğünüzde yakınız olduğunu düşünüyorsunuz. sanırım
herkes de öyle hissediyor. onu gördüğüm de “işte bu!” dedim. “her insanın bir baba hikâyesinin olması gerektiğini
düşündüm bugüne dek; hayal ettim, kendi kendime kurgular yaptım, hâttâ bir baba
karakteri yazıp onu kendim oluşturmaya da kalktım birkaç kez... olmadı...
okuldaki bazı arkadaşlarımdan da bazı bilgiler alıyordum bunu yaparken ama
olmadı, yapamadım. işte o yüzden bu kitabı merak ettim, aldım ve birkaç günde
de okudum. sanırım bu kitabı bitirdikten sonra bir “baba öyküsü”
kurgulayabilirim kendime artık. “o kitapta anlatılan babaların bir kolajı olacak benim baba
hikâyem. belki yine biraz yapay duracak, ama böylelikle en azından benim de
evlenir de bir çocuk sahibi olursam anlatacağım ‘baba öyküm’ olacak. zamanınız
varsa ve eğer dinlerseniz ilk kez de size anlatmak istiyorum. çünkü sizin
onunla o sıradaki diyaloğunuzu da gördüm. bir kızınız var, kitabınızı ona
imzalatırken söylediniz. sanırım uzakta... benim kurgumun aksayan yerlerini
düzeltirsiniz belki! bunları söylerken yüzündeki hüzünlü ifade yerini heyecan ve
coşkuya bırakmıştı. dinlemek ve paylaşmak bana da iyi gelecekti. servis yapan
çocuğa işaret ettim, iki fincan çay daha istedim. ve o “baba öyküsünü” bana
anlatırken kurmaya başladı. âşık ve yakışıklı baba “barbaros şansal’ın ve bir çoklarının babaları gibi
çapkın bir adam olmalı benim babam da. onun gibi parasız kaldığında bindiği
taksinin parasını ödemek için kumbaramı kırıp alacak kadar da beni kendisiyle
bir ve aynı sayan bir adam olmalı. sonra anneme aşık bir adam olmalı, tabii
annemin de ona ve aşkları hiç bitmeyecek bir çift olmalılar. ama yine onlar
gibi annemin erkek arkadaşları, babamın kız arkadaşları da olmalı. “benim babam da onun gibi bana hiç ders çalıştırmasın. çünkü
ben hep çok çalışırım. çocukken hiç beraber futbol maçına gitmesek de kırlara
çıkmış olmalıyız, annem, babamla hep birlikte. sevinç erbulak’ın
babasıyla birlikte boğaz köprüsünün kenarında hiç papatya toplamasak da, biz de
birlikte kendi dağlarımızda kır çiçekleri toplamış olmalıyız; annemle benim
başımıza taç yapmasını isterim. bazen de ali nesin’in anlattığı gibi
güreşip, yuvarlanmış olmalıydık kırlarda. “onun gibi güzel sesi olmalı ve güzel türküler söylemeli.
bana kimse türkü söylemedi biliyor musunuz. oysa çok hayal ettim babamın
birlikteyken ayrıldığımız güne kadar bana türküler söylediğini. mutlaka çok
beğenirdim söylediği türküleri. eminim annem de beğenirdi. “onun babası gibi sürekli çalışan ve zeki bir adam olmalı
benim babamda. iyi kalpli, anlayışlı... içi sevgi dolu bir adam. tıpkı onun
gibi bana olan sevgisi hayatımı derinden etkilemiş olmalı. onlar gibi hep iki
iyi arkadaş olmalıydık, yaşamımız boyunca. dediğim gibi yakışıklı bir adam
olmalı. dahası aziz nesin gibi fosur fosur sigara içen bir adam olmalı
benim babam da. dağlarda o sıkıntılı günlerde sigarasız yaşanmaz çünkü. annem
de ben de kızardık belki de... onun da, biz bırak dedikçe “tamam şimdi
bırakıyorum” deyip, içtiği sigaranın neresinde olursa olsun, kül tablasına
basar söndürdüğünü ve “bıraktım” dediğini düşünüyorum. böyle olmasını istiyorum.
bir süre sonra yenisini yaksa da... onun yerine hep kül tablaları içmiş olmalı
onun sigaralarını. çünkü sigaranın ona zarar vermesini istemiyorum. “kitabın sonunda enver aysever de kendi kızıyla olan
ilişkisine ve babalığına dair bir cümle kurmuş. o cümleyi de babama yakıştırdım
hemen: ‘kızım en büyük aşkım. o sevgi ve haz anlamında hayatımda bambaşka
bir ölçüt.’ tabii ki bu aşka başka
türlü bir aşk! ama aşk sonuçta. benim babam da bir şeyden korkmaz “ali nesin’in babası gibi korkusuz bir adam olduğunu düşünüyorum. hem zaten babalar
korkmazlar ki hiç. hapse girmekten, soruşturmadan, tutuklu kalmaktan korkmasın.
korkmadı da bence. ama insanlarla güzel diyaloglar kurmuş olmalı... kendini
götüren hâttâ öldürenlerle bile. bir yolunu bulup onun gibi onların kişisel
hikâyelerini öğrenen, sonra yeri geldiğinde anlatan bir babam olmalı. “bilir misiniz ben de hep onun gibi hikâye anlatan birisi
olmak istedim bugüne kadar. ne yazık ki olamadım. çünkü dediğim gibi, gerçekte
hiç bana hikâye anlatacak bir babam olmadı. ama olsun isterdim. babamın öyle
olmasını isterdim. herkesin babası gibi hatalar da yapan birisi olabilir. ama
para konusunda da onun gibi eli açık olmasını isterim. o yüzden hiç ‘çok’
paramız olmasa da, böylesi daha güzel! “filinta önal’ın babasına benzesin isterdim benim
babam da heybetli bir adam olsun isterdim. onun babası gibi haksızlığa
tahammülü olmayan bir adam olsun. bedeli sonucu ne olursa olsun doğru bildiği
tavrı almaktan çekinmeyen bir adam olsun. eğer öğretmenin anlattıkları doğruysa
zaten öyle bir adammış, benim gerçek babam da. bunun için çok da bedel ödemek
zorunda kalacağını kestirebiliyorum ama benim öykümdeki babam böyle olmalı.
açık bir adam olmalı o yüzden, düzgün bir adam olmalı ahmed arif gibi, net olmalı. ve onun gibi evine
ailesine dönük bir adam olmalı. onun gibi dışarıda yaptığını ettiğini eve
gelince anlatmasını, her şeyi bizimle paylaşsın isterdim. dostuna dost,
düşmanına düşman olsun onun gibi... “o yüzden tansu okan’ın babası gibi yeri geldiğinde
sert ve inatçı bir adam olsun. bazen içsin onun gibi... ama annemle içsin.
güzel içsinler, büyüyünce ben de katılayım onlara isterdim. dışarıdayken
içtiklerini de eve gelince anlatmasını isterdim. tanju okan’ın o
şarkısını bulup dinledim. sevdim. onu da öğrenip söylemesini isterdim. arada
sırada da olsa.. “içkim, sigaram” desin ama hüzünlenmesin. gülsün hep. biz de
gülelim. işte o zaman kızmazdık, içtiği sigaraya. sigarasından bir nefes almama
izin vermese de, kadehinden bir yudum da bana ikram etmeyi unutmasın isterdim.
dudağımla dokunup, sonra ağzımı kadehten çektiğimi, ardından sarhoş taklidi
yaptığımı hayal ediyorum meselâ; hep birlikte gülüyoruz sonra.... o zaman çok
daha kolay anlaşılıyor, bana, bize olan aşkı, onun gibi kocaman sevgisi. konuşan, güldüren bir baba “sevinç erbulak’ın babasıyla yaptığı gibi uzun
sohbetler ettiğimizi kuruyorum babamla. komik şeyler anlattığını, beni güldürdüğünü
onun gibi. anlattıklarının ne kadarı gerçekti, ne kadarı hayal anlamasam da hep
anlatsın isterim. ben de onun gibi herkesi güldürebilen insanların, aslında
hüzünlü insanlar olduğuna inanırım. benim babamın da nedenini çoğu zaman anlayamadığım
bir hüznü olduğunu düşünüyorum şimdi. belki benim yüzümdendir. onun gibi
toplumsal baskıları ve zorunlulukları çok önemsemeyen bir insan olsa da,
hüzünlenecek şeyler o kadar çoktu ki yaşadığımız hayatta, bu hâli ter gelmiyor
bana. “ondan aldığım en önemli derslerden birisinin, ne yaparsak
yapalım yaptığımız işi yaparken mutlu olmayı başarmak olduğunu düşlüyorum. yine
de onun gibi eğlenceli ve arkadaşlarımın özendiği bir adam olmasınız. bana
bazen küsse de hiç kızmadığını; onun itiraz edeceğini karşı çıkacağını
düşündüğüm şeyleri söylediğimde bile hep benden yana olduğunu, beni
doğruladığını, bana güvendiğini; onun gibi hep ‘yakışır benim kızıma’ dediğini
düşünüyorum. “onun şu sözlerine yürekten katılıyorum mesela: ‘anlıyorum,
çünkü ben de birlikte gülebileceğim bir adamla yaşlanmak istiyorum. kahkaha
atabildiğim bir adamla... belki zamanla kahkahanın desibeli değişir ama gülmeye
devam ederiz. ben gülmenin bir nevi başkaldırı olduğunu düşünüyorum. içtenlikle
gülündüğünde ama... bugün hâlâ yaşadığımız ülkede gülebiliyorsak... ben
gülebiliyorum. bazen de utanıyorum güldüğümde. ama biliyorum;gülmek ağlamak
kadar doğal... aynen böyle düşündüğüm için gülüyorum zaten. ve gülmeye de devam
etmek istiyorum. çünkü yarın burada olmayacağız. bu kadar basit değil mi dünya?’
tam da budur işte. yaşam ve yaşamak. benim babam çok sevmeli beni...
babalar kızlarını çok sevmeli ve bunu belli etmeli... böyle biri yok ama ben hâlâ sevdiğini
düşünüyorum... herkesin babası gibi “süper baba” olmalı! “demiştim; sait ali köknar’ın babası gibi benim için
yapmayacağı bir şey olmamalı. ben de buna karşılık onun şu sözünü hep
tutmalıyım ve de tutuyorum: “ne yaparsan yap beni utandırma” “fırat tanış’ın babası gibi gençliğinde neler yapmış
olursa olsun, annemle evlendikten sonra, hele hele ben doğduktan sonra uysal ve
uyumlu bir adam olduğunu kurguluorum babamın. ailesi, yakınları ve doğruları
yapanlara yönelik böyle olması gerektiğini düşünüyorum. onun gibi benim babamın
da her zaman bizim iyiliğimizi isteyen bir adam olmasını istiyorum. onun gibi
heyecanlı bir insan olmasını isterdim. benim bazı konulardaki heyecanlı
davranışlarımın da ondan geldiğini düşünmek istiyorum ve fırat tanış
gibi “ondan aldığım ve reddetmediklerimdir meselâ. elleri, hâlleri... aslında
bakıldığında, öyle çok benzeşiriz ki!” demeyi. “hiç aklıma gelmemişti daha önce ama yekta kopan’ın anlattıklarını
okuyunca, ben de babamın, onun babası gibi oyuncu olmasını isterdim. her
kılığa, her role girebileceğini düşündüm, çok hoşuma gitti. hayali bile çok güzel.
kadın rolüne bile girmeli meselâ. inanılmaz güzel taklit yapmasını isterdim.
görünce herkes gülmekten ölürdü diye düşündüm. şöyle söylediğimi düşündüm ona:
‘senin ruhunda bir kadın da var!’ onun da bana ‘herkeste her ikisi de vardır’
dediğini, sonra da erkeğe benzeyen yanlarımı sıralasın arka arkaya. benim
yaptıklarımı hep olumlamış, sahip çıkmış, özendirmiş ve güç vermiş olsun isterdim
her zaman. dahası onları değiştirmeyi dönüştürmeyi de başarmış olsun. ben hep
övünç duyayım onun yaptıklarıyla.. “söyle bir şey düşündüm bir de: kopan’ın babasının
yaptığına benzer bir şey yapmış olsun benim babam da. ilkokuldayken ben de bir
şiir yazmış ve babama okumuşum. beni yanına alıp postaneye götürmüş ve oradan
bir çocuk dergisine birlikte yollamışız. sonrasında dergiyi her ay almış olsun.
birkaç ay sonra da o dergide şiirimi görmüş olalım. çok mutlu olsun ve derginin
kapak sayfasıyla birlikte şiirin olduğu sayfayı çerçeveletip salonun duvarında
baş köşeye asmış olsun. olmaz mı? ne hoş bir anı olurdu benim için.
çocuklarıma, torunlarıma anlatacağım. komünist ve devrimci “mine söğüt”ün babası hem asker, hem de komünistmiş.
çocukluğumda askerleri biliyordum ama komünistin ne olduğunu bilmiyordum. sonra
öğrendim. daha çok “terörist” diye bir şeyden söz edilirdi. “korkunç” ve “kötü”
insanlar olduğunu, çocukları öldürdüklerini öğretmişlerdi. sanırım ilkokula yeni
başladığım yıldı. okulda bir çocuk teneffüste benim babamın da, annemin de
terörist olduğunu, çünkü benim “kürt” olduğumu söylemişti. demek ki benim annem de babam da kötü insanlardı,
teröristtiler. buna çok üzüldüm o zaman. çok ağladım kimseye göstermeden, hem de.
hâttâ yuvadan kaçmak istemiştim. saatlerce bir yere saklanmış, orada ağlamış,
sonra çok acıkınca yeniden çıkmıştım ortaya. ama öyle diyen çocukla da hiç
konuşmadım bir daha. çok sonra öğrendim bunların hepsinin ne olduğunu ve nasıl
anlamlandırıldığını. “ama babamın asker olmasını istemezdim. bence o da olmazdı
zaten. ama onun babası gibi benim
babamın da hiç bir babaya benzemesini istemezdim zaten. benim babam yalnız
benim babam olmalı. ama o da ‘sevgi dolu, son derece açık görüşlü, hayatla
ilgili politik kaygıları olan ve beni çok etkileyen özelliklerden biri olarak
gördüğüm yüksek bir adalet duygusuna sahip güzel bir adam’ olmalıydı. onun
gibi ‘küçük bir evde, mutlu ve birbirine âşık bir anne babayla büyümek’
isterdim bende. “savaşın kötü bir şey olduğunu ben de onun gibi çok küçükken
öğrendim. çünkü savaş çocukları annesiz babasız bırakır. benim gibi.. pek çok
çocuk vardı yuvada, annesi ya da babasız. o yüzden bana çok yakın geldi onun
babasına dair söyledikleri. onun için öyle bir babam olsun isterdim. eminim ki
benim babam da onun gibi çok üzülürdü. okurken çok zor geldi onun anlattıkları
bana. hiç anımsamıyorum ama sonra çok baktım, çok okudum o günlerin
gazetelerini, yazılıp çizilenleri, özellikle de fotoğrafları gördüm. çok
benziyordu birbirlerine. “mine söğüt babası ölecek duygusuyla evdeki gardıroba
girer ‘babam dönmeyecek,’ diye hüngür hüngür ağlarmış. benimki de
dönmedi. bu yaşıma kadar hem de... ben de çok ağladım o yüzden... şimdi de
ağlıyorum bazen; kimse duymasın diye
geceleri tuvalete gider orada ağlardım. şimdi artık utanmıyorum. sizin
de gördüğünüz gibi az önce de ağladım. babasızlık, annesizlik çok zor bir
şeydir. onun babası güzel mektuplar yazarmış; şimdiye kadar kimseye söylemedim
ama ben de onlara mektup yazardım, yazmayı öğrendikten sonra. önceleri çok kısa
mektuplardı, sonraları giderek uzadı. hepsi duruyor. bir gün onları en azından
anneme vereceğimi düşünüyorum. ona veremesem de bir çocuğum olursa ona
vereceğim. bir sevgilim olsaydı “bir sevgilim yok, hiç kimseye âşık olmadım. çünkü çok
seversem o sevdiğimi de yitireceğimi düşünüyor korkuyorum. ama hayaller
kuruyordum tabi her genç kız gibi. meselâ annem babamla berabermişiz. yakışıklı
bir çocukla arkadaş olmuş, sonra da sevmişiz birbirimizi. babam çok yakın ama
utanıyorum ona söylemekten. anneme söylüyorum. o da bir akşam yemek yerken...
-biliyor musunuz ben hiçbir aile sofrasında bulunmadım. üniversitedeyken
ailesiyle birlikte yaşayan arkadaşlarım bazen evlerine çağırırlardı beni.
giderdim ama akşam yemek saati olmadan kaçardım. çünkü bir aile sofrasında ne
yapılır bilmezdim, bir hata yapar, onların mutluluklarını bozmaktan korkardım.
çok korkardım, her şeyden çok korkardım, hâlâ da korkuyorum- “evet bir akşam hep beraber evde yemek yerken annem babama
söylüyor sevgilimin olduğunu, ben de sofradayım, ne yapacağımı bilmiyorum.
yüzüm kızarıyor, sırtımdan aşağıya bir ter boşalıyor. babamın artık beni
sevmeyeceğinden korkuyorum. ama babamın hangi lâfı nasıl söyleyeceğini hayal
edemiyorum. işte mine söğüt’ün anlattıklarını okurken buldum o sözü ve
babama öyle dedirttim hayalimde: ‘ne buldun o hıyar herifte!’ ben de şöyle
yanıt veriyorum: ‘babacığım herif değil ki o, bir çocuk’. babam yerinden
kalkıyor o zaman ve beni oturduğum sandalyeden kaldırıp kucağına alıyor.
sımsıkı sarıyor. sonra da ‘herif ya da çocuk, ben kızımı kimseyle paylaşamam’
diyor. ağlamaya başlıyorum. bunun üzerine ‘şaka yaptım, şaka yaptım; çağır
gelsin biz de tanışalım’ diyor hemen ardından. böyle olsun isterdim. çünkü ‘çok
tatlı bir adamdır’ benim babam da onun ki gibi.. “onun babası, o 17 yaşındayken ölmüş. o yaşa kadar çok güzel
bir yaşam sürmüş. benimki ise çok daha erken. onunla beraber olduğumuz bir
buçuk yılımı anımsamak için neler vermezdim. ağlamaya başladı yeniden tam burada ağlamaya başladı. bir şey yapamadım. yalnızca
yeşil gözlerine baktım. anladım onu ama o kitabın o sayfasını önüme sürdü: mine
söğüt şöyle diyordu: “gideli çok oldu, her sabah
uyandığımda onunla uyanıyorum, onu düşünmeden geçirdiğim bir gün yok diyemem.
ama şöyle bir şey oluyor. ne zaman bir babayla kız çocuğunun yakın ilişkisine
şahit olsam, dehşet bir ağlama ve sinir krizine tutuluyorum. babam o an bir
daha ölüyor.” susuyorum nice sonra yeniden anlatmaya başlıyor. tüm kitabı
anlatmayı bitirmeden gitmeyeceğini anlıyorum. lavaboya gitmek için izin
istiyor. gülümsüyorum. o gidince garsona işaret ediyor, çaylarımızı
tazelemesini istiyorum. aynı anda geliyorlar. oturur oturmaz garsonun koyduğu
çay bardağını iki eliyle sımsıkı tutuyor. sanki ellerini ısıtıyor gibi geliyor
bana. ellerimi uzatıyor elinin dışından ben de onun ellerimi avucumun içine
alıyorum. başını kaldırıp yeşil gözleriyle gülümsüyor. elleri sıcak. geri
çekiyorum ellerimi. bardağı bırakıp ellerimi tutuyor. -“teşekkür ederim, çok teşekkür ederim” diyor. gülümsüyorum, sanki biraz daha iyi gibi. yeniden başlıyor konuşmaya: “ellerime bakıyorum, babamın elleri. yanımdalar...”
diyor mine söğüt sözlerini bağlarken. kitabın en çok beğendiğim ve bana
uyan sözlerinden birisi de bu... “ece temelkuran’ı severim, tüm kitaplarını da okudum.
çok güzel bir insan olduğunu biliyorum ama babasıyla annesine dair yazdıklarını
okuyunca çok şaşırdım. anlattığı kadarıyla onun babası da çok güzel bir adam.
ama o güzel adamın hiçbir özelliğinin babamda olmasını istemedim okuduğum
sırada. ama kafama takıldı. onun bölümünü okuyunca ara verdim. sonra düşündüm
üzerine, bir yerde bir yanlışlık olduğunu düşündüm. sanırım sonunda buldum.
onun babası da benim gibi korkuyordu, severse kaybedeceğinden korkuyordu ve
yüreği bambaşka olduğu hâlde mesafeli duruyordu kızına karşı. öyle bir babanın
kızı olsaydım, onu yerinde olsaydım, onun bu korkusunu kırmaya çalışırdım diye
düşündüm sonra. onun anlattıklarından yola çıkarak hayalini kurduğum tek şey de
onun gibi çok kitap yazmak ve her kitabın başına onunla ilgili bir cümle yazmak
oldu. yapabilir miyim bilmiyorum ama böyle düşündüm işte. “her ne kadar tersi olsa da bülent ortaçgil’in babası
gibi ‘yarı yolda bırakmamasını’ isterdim babamın; bir de ‘akşam yemeklerini hep
beraber yemeyi’ dayatmasını. aslında kalabalık bir aile olmayı da çok isterdim.
her çocuk kadın için çok büyük bir yük bunu çok iyi biliyorum ama büyük aile
olmayı isterdim yine de. yaşları birbirlerine yakın kardeşlerim olmasını, hepimizin
her akşam bir masanın, ya da sofranın -ille de yuvarlak olmalı ama- etrafında
cıvıl cıvıl olmayı çok isterdim. yuvada bazen yerde, tıpkı piknik yapar gibi
bir şeyler yerdik öğün aralarında. en çok hoşuma giden anlardan birisi odur.
yuvarlak olup, olduğumuz yere çöküp bir daire meydana getirip ortaya
konulanları hep birlikte yemek. daha küçük olanların daha çok yemesi için
onlara yardımcı olmak. birkaç yaş büyük bir kız arkadaşım vardı. ne yapıp eder
benim yanıma oturur, ben yemeden asla başlamazdı yemeye. sonra bir gün gitti; ‘annesi
gelip aldı’ dediler. hem çok üzülmüş, hem de çok sevinmiştim. o gidince bu kez
ben en küçük arkadaşımızın yanına oturmaya ve o arkadaşımın bana yaptığını
yapmaya başladım. neden mi? ‘belki benim annem de gelir beni alır’ diye.
gelmedi ama. ‘baba’ var, ‘baba’ var... “sevan nişanyan’ın da babasından da bir şey bulamadım
kendi baba hikâyeme katacak. farklı bir insan olması olabilir belki. ama hiçbir
zaman babamla o kadar uzaklık olsun istemezdim aramda. herkes babalarla kızların
birbirine daha uzak olduklarını düşünür ama bence bu doğru değil. oğullarla
babalar birbirlerine daha uzak oluyorlar. “nebil özgentürk’ün babasın dair anlattıkları,
özellikle de çocuklarının okuması ve onların desteklemesiyle ilgili
anlattıkları hoşuma gitti. bence benim babam da bunu yapmamı isterdi benden.
kaça kadar okuduğunu öğrenemedim ama benim okuma dürtümün ardında ona dair bu
yargım var sanırım. ‘babam okumamı isterdi’ dedim hep kendi kendime. neredeyse
koşullandırdım kendi kendimi. aslında bu yüzden bir ara akademik kariyer
yapmayı da düşünmüştüm ama, bir an önce para kazanmam gerekiyordu yapamadım.
yine de tümüyle silmiş değilim kafamdan ama... “onun kendi babalığı konusunda söyledikleri çok hoşuma
gitti. daha önce demiştim. babalar çocuklarına masallar anlatmalı. o bunu
yapıyormuş: ‘ baba hadi uyuyalım, baba hadi kovalamaca oynayalım, baba hadi
bana şunu oku, bana masal anlat’ diyen adama tapmaya başlıyorum.’ sözü bana
çok iyi geldi. onun için benim baba hikâyem’de babam bana güzel masallar anlatan
bir adam olmalı. “ercan kesal’ın babası da çok belli ki tam bir baba.
onun ‘peri gazozu’ adlı öykü kitabını da okumuştum. burada da babasının
gazozculuğunu çok isten anlatmış. bu da çok hoşuma gitti. benim babam da
hayalleri olan ve onları yapan bir adam olmalı. hatta benimle ilgili hayaller
de kurmasını, benimle paylaşmasını ve tartışmamızı isterdim. babası ona bir gün
‘bütün dünyayı gezerdim oğlum’ demiş. bu da düşlerimden birisidir
meselâ. köyümüzden başlayarak tüm dünyayı babamla birlikte gezmek isterdim. tüm
bildiği yerleri bana öğretmesini isterdim. tek bir gün geçirebilseydim “serra yılmaz’ın baba öyküsü de çok güzel. hele o
birlikte tam bir gün geçirmelerine dair anı da bence muhteşem. öyle günler
geçirmeyi isterdim babamla. okul bitip işe girdiğimde her pazar yapmayı
alışkanlık hâline getirdiğim şeylerden birisi de bu. bu kentin farklı yerlerini
dolaşıyorum. bazen bunları okuduğum kitaplardan yola çıkarak belirliyorum.
gelecek hafta da artık bir tren yolu olmadığını bilsem de, onun söz ettiği
‘erenköy tren istasyonu’na gideceğim. onun babasıyla gezdikleri yerlerde
babamla dolaşacağım. sonra da tren olmasa da bir taksiye binip, yine onların
yaptığı gibi bostancı’ya gideceğim. oraları dolaşacağım. üniversiteyi okurken
bir dil daha öğrenmeliyim dedim kendi kendime. ana dilim kürtçe ama onu
bilmiyorum. öğrenebileceğim bir yer de olmadı. doğrusu biraz da korktuğumu
söylemeliyim. ama dört yıl boyunca çok çalışıp ispanyolca öğrendim. geçen yaz
10 gün ispanya’ya gittim. epey dolaştım. insanlar çok şaşırdılar ispanyolca
biliyor olmama. birkaç arkadaş edindim oradan. bir tanesi, manuel
kışın bir hafta buraya geldi. onunla istanbul’un sevdiğim yerlerini dolaştık,
bildiklerimi ona anlattım. serra yılmaz babasıyla fransızca konuştuğunu
anlatınca aklıma geldi, ben de babamla dolaşırken, tıpkı manuel’e yaptığım gibi
ispanyolca konuşacağım onunla. ispanyolca bilmese de beni anlayacağını, dahası
çok hoşuna gideceğini düşünüyorum. dil öğrenirken birisi ‘bir lisan, bir insan’
demişti. çok hoşuma gitmişti bu söz. ben de iki insanmışım gibi hissediyorum
zaman zaman. “onun anlattıklarının içinde bir de şu cümlesi çok hoşuma
gitti. ‘bahçede çok oynardık.
hortumla birbirimizi ıslatırdık; annemi sinirlendirecek şeyler yapardık
birlikte. saçma sapan oyunlar oynardık bir de: kim daha yükseğe pijama
fırlatacak, kim elini kullanmadan karpuz dilimini yiyecek... bütün etrafı
batırırdık. her türlü yaramazlığı yapardık. babam en yakın çocukluk arkadaşımdı
benim.’ sizce de çok güzel değil mi? uzaklık ve yakınlık “fazıl say’ın babası da bana çok uzak bir hayal
göründü. hani hiçbir zaman erişemeyeceğinizi düşündüğünüz, yolunuzun asla
kesişmeyeceğine inandığınız, rastlasanız da fark etmeyeceğiniz bir insan gibi
geldi. belki fazıl say’ın anlatımı buna neden olmuştur, örneğin ‘babam
anadolulu değildir. batılıdır.’ demiş. bunu anlamadım örneğin. anadolulu
olmak batılı olmamayı mı doğuruyor, yoksa ‘anadolulu’ demekle aslında ‘doğulu’
olmayı mı kastediyor; belki de kendisidir bunun nedeni, bilemedim. toplumun
içindeymiş gibi görünen, belki bunu isteyen ve savunan birisi olmasına karşın o
kadar uzakta ki. belki de müzik üzerine yoğunlaşması buna neden oluyordur diye
düşündüm. yine de kurduğu iki cümlede anlattığı özelliklerin babamda da
olmasını isterdim. ‘baba-oğul sıcaktı evimiz. çocukluğumda, baba oğul
oyunları vardır ya, onları oynardık. eve bir tane kale kurar, şut çekerdik,
penaltı çekişirdik. ... babam, enstrümanlara olan ilgimi ve yeteneğimi fark
edince, eve bir müzisyen arkadaşını çağırmış. şuna bir bak, her şeyi çalıyor
bu demiş.” “enver aysever’in babasına dair söylediği ‘son
derece hareketli, tez canlı, gırgır hayat dolu olma’ hâli de olmalı benim
babamın. onun gibi ‘ele avuca sığmamalı’. bence zaten öyleydi ve sonu bu
nedenle oldu. onun o hareketliliği rahatsız etmiştir mutlaka birilerini. bir de
her işi yapabilme özelliğini sevdim. evet iyi bir baba, her işi yapabilmeli.
hem evinin işlerini hem de evine ekmek getirmek için gerekli işleri. doğaya
düşkün olmalı. özellikle denize onun gibi. bir an babamı onun babası gibi beş ay
boyunca mayoyla gezdiğini, denizle iç içe yaşadığını düşündüm. kıskanırdım
sanırım. ya da balıkçı olurdum onunla birlikte. denizi ilk kez gördüğümde
neredeyse 18 yaşıma gelmiştim. uçsuz bucaksızlığı hoşuma gitti en çok...
arkadaşlarımın çoğu yüzmeyi biliyordu. ben bilmiyordum. okul bitip işe
başladıktan sonra iş edindim ve üç ay içinde öğrendim. şimdi haftada bir
yaptığım işlerden birisi de bu. gerçi daha çok havuzda yüzüyorum ama hep
denizde yüzecek bir yerde yaşamayı düşlüyorum. “bir de ismini sevdim kızının ‘nisan’ beni yuvaya verdiklerinde nüfus kağıdım
yokmuş, dolayısıyla adımın ne olduğunu anımsamıyorum. benim yuvaya verilmemi
sağlayan öğretmen, annemin bana ‘yâdem’ diye seslendiğini söyledi bir
gün. ama benim adım o zaman çoktan ‘ayşe’ olmuştu bile. babam yok diye ben büyük müyüm şimdi!.. “ezel akay babasını anlatırken ‘insan babası
ölünce büyüyor. babam ölünce, benim çocukluk hayatım bitti’ demiş; onun bu
sözünü düşündüm. benim de öyle oldu. büyüdüm birden. nasıl büyüdün diye
sorabilirsin. doğru yanıtını bilmiyorum. ama şunu biliyorum: ben hiç çocuk
olmadım! kendime kuracağım baba hikâyemde onun babası gibi benim babamın da
erken gitmemesini isterim. çünkü babalar erken gitmemeliler.. bu coğrafyada
hele benim doğduğum yerde, bunun mümkün olmadığını bilsem de dileğim ve isteğim
bu. öyle olunca iyileşmeyen bir yara açılıyor, insanın yüreğinde. her şeyde de
kendisini belli ediyor bu yara! “eğer sürekli beraber olabildiğim bir babam olsaydı ona
sürekli onu sevdiğimi söylerdim. belki de yaşamım boyunca en çok eksiğini
duyduğum sözcüklerden birisi budur. atilla birkiye’nin yazdıklarını
okuyunca bunu bir kez daha gördüm. o erkeklerin bunu söyleyemediğini ileri
sürmüş ama bence doğru değil. belki karşılıklı olarak gündeme gelen bir durum
ama yine de ‘seni seviyorum’ demek çok önemli. benim baba hikâyemdeki babamla
birbirimize hep söyleyeceğiz bu sözü. sevmek ve sevgiyi ifade etmek, göstermek
çok önemli. seven insanlar onun söylediği gibi başta kadınlar olmak üzere
kimseye kaba davranmaz, davranamaz, ince ve duyarlı insanlar olurlar, yardımcı
olurlar, barışık olurlar, çatışmazlar.
kadınların böyle davrandıklarını görürüz daha çok. belki de onlara
verilen rolün gereğidir bu. belki de onlar öğretmiyorlardır, erkek çocuklarına.
belki de öğretemiyorlardır, kadın oldukları için. ama ben erkek ya da kız, bir
çocuğum olursa ‘meme’ demeden önce ‘seni seviyorum’ demeyi öğretmeye
çalışırdım. “murat ateş babasının görünümünden söz etmiş. o da
çok hoşuma gitti. belki ‘saçlarının her daim briyantinliydi; çizgili takım
elbise ve borsalino ayakkabı giyerdi; siyah-beyaz.’ olmasını istemezdim ama
benim baba hikâyemdeki babam da sürekli tıraşlı olacak, bıyığı, sakalı
olmayacak. hep güzel giyinecek ve temiz olacak. zaten çok yakışıklı olduğundan,
iyi de giyindi mi herkesin gözü onda olacak ve ben de bundan büyük gurur
duyacağım. annemin de hoşuna gidecek bundan eminim. güzel giyinmek için çok
para harcamak gerekmediğini kendi yaşamımdan öğrendim. azıcık el becerisi ve
estetik duygusu ile bunu gerçekleştirmenin mümkün olduğunu öğrendim. ‘senin
estetik duygun nasıl gelişti’ diye sorabilirsin. sürekli çirkini ve uyumsuz
olanı görmekten. yuvadayken giysilerimiz hep böyleydi. bağış giysilerin çoğu
çok sıradan ve çirkindir. onları giymemek için elimden geleni yapardım. biraz daha
büyüyünce, nelerin çirkin, yakışıksız gelmediğine baktım. öyle öğrendim. “o bir de babasının sürprizler yaptığından söz etmiş. bunu
ben de istiyorum. benim babam da hep hoş sürprizler yapmalı, şaşırtmalı beni.
şaşırtmak için şaşırtacağın insanı düşünmek ve bunun için çaba sarf etmek
gerekir. eğer bir gün bir sevgilim olursa onun en önemli özelliklerinden birisi
de bu olmalı diye düşünüyorum. hem ancak öyle bir insanla insan ömür boyu
yaşayabilir. ben de elimden geldiğince bunu yapmaya çalışıyorum. örneğin,
itiraf edin, kalkıp masanıza geldiğim zaman siz de çok şaşırdınız. değil mi! “şimdi de şaşırtacağım sizi, kalkıp gideceğim. ama belki bir
gün yine şaşırtır sizi bulurum. nasıl sevgili jehan’ın imza gününde
karşılaştıysak yine karşılaşırız. bundan eminim. hoşça kalın, benim baba öykümü yaratmamdaki katkınız için
teşekkür ediyorum. size bunları anlatmasaydım o gerçek olamazdı. hoşça kalın!” evet şaşırmıştım.
sevgili jehan kitabın sonunda “babandır, ne yapsa
yarandır” demiş. gerçekten de öyle. sıkça yaptıkları, bazen de
yapmadıkları, yapamadıkları, varlıkları ve yoklukları yüzünden açılıyor o
yaralar. açıyoruz...
|
önceki yazılar:
haberler:
Bu sayfa en son 21.12.2015 tarihinde güncelleştirilmiştir. |