bianet.org / 19 nisan 2014
gümüşlük akademisi’nde birden karşılaştık iranlı kadın yazar azar mahloujian’la. o 1982’de iran’dan karlı dağları aşarak türkiye üzerinden batıya, isveç’e gitmiş ve orada “mülteci” olarak yaşayan, aklı, gönlü ve gözü iran’da olan bir yazar. bir dünya insanı olmuş artık. her yer onun ülkesi, her insan onun insanı. daha önce görüştüğümüz sonradan aklıma geldi. sevgili mehmet uzun için istanbul’da 17 şubat 2007’de düzenlenen konferansın yabancı konuklarından birisiydi. sürgünde yazar olmanın ne demek olduğundan söz etmişti o gün. bu kez bir toplantıda değildik ve uzun uzun konuşma fırsatımız oldu. bu söyleşiyi okuduğunuz günde biz yine gümüşlük akademisi’nde bu kez başka konuklarla ve herkese açık bir şekilde bunları ve daha pek çok şeyi konuşacağız sevgili azar mahloujian’la. azar orada bize anlatılarından, romanlarından bölümler okuyacak. bianet okurlarından aramızda olmayanlar o söyleşiyi izleyemediklerine üzülmesinler diye onunla yaptığımız söyleşiyi paylaşıyorum sizlerle. 33 yaşına kadar iran'da yaşamışsınız; iran'daki geçmisinizi anlatır mısınız? eğitiminiz ve yaptıklarınız?.. hazar denizi yakınlarındaki bir kasabada doğdum. liseden sonra çalışmak tahran üniversitesi’nde öğrenim gördüm. ingiliz edebiyatı konusunda lisans, kütüphanecilik konusunda da master yaptım. şah döneminde öğrenci hareketi içinde aktiftim. otobüs ücretlerine yapılan zam nedeniyle yapılan bir gösteride tutuklandım ve 12 saat sonra serbest kaldım. bu olayı konu alan “sen başka birini seviyor musun?” adlı bir roman yazdım. okulu bitirdikten sonra ingilizce öğretmeni olarak görev yaptım, sonra tahran üniversitesi kütüphanesi ve başka kütüphanelerde, toplam sekiz yıl çalıştım. sonra iran devrimi oldu. neden kaçmaya karar verdiniz? bu uzun bir hikaye. devrimden sonra genç kütüphaneciler olarak farklı mesleklerdeki insanlarla birlikte demokrasi için mücadele ediyorduk. sansür olmasın istiyorduk. iran kütüphaneciler derneği olarak büyük bir toplantı düzenledik. derneğin tüzüğüne, sansüre karşı çıkan ve ifade özgürlüğünden yana olan bir bölüm ekledik. o toplantıda derneğin yönetim kuruluna seçildim. iki hafta sonra kitaplara sansür getirilmeye başlandı. şah’ın yazdığı iki kitap vardı ve yeni devrimci hükümet o kitapları yırtmak ve yakmak için kütüphanelere emir yolladı. ayrıca şaha ithafta bulunan kitapların da bu sayfalarının yırtılmasını istediler. yönetim kurulu olarak yeni seçilen cumhurbaşkanı beni sadr’a ve parlamentoya, kütüphaneciler olarak kitapları yakmayacağımıza dair bir mektup yazdık. şaha karşı olduğumuzu, ama kitapların ülke tarihine ait olduğunu; gelecek nesillerin şah hakkında her şeyi bilmesi gerektiğini söyledik. onların bir örneğinin her kütüphanede özel bir odada tutulabileceğini ve en azından araştırmacıların erişimine açık olması gerekiyordu. sonra hükümetten yeni bir emir geldi: marx , engels, lenin, stalin ve tüm marksist literatürle ilgili kitapların da atılmasını istediler. sonraki emir tahmin edebileceğiniz gibi darwin ve evrimle ilgili tüm kitaplarla ilgili geldi. daha sonra pek çok mektup yazdık ve protesto eylemlerine katıldık. ardından gazetelere saldırılar oldu ve kapatıldı, bir süre sonra da tüm siyasi partiler ve politik gruplar yasaklandı. diktatörlüğün söz konusu olduğu yeni bir dönem başladı. sansür çok tehlikelidir, çünkü o kendi düzenini kendisi kurar. sansürün başlamasına karar verilebilir, ama durması gerektiği zaman bunu yapamazsınız. mesleki düzeydeki durumum buydu. diğer taraftan bir yıl sonra humeyni devrimi iran’daki tüm üniversitelerin “islamlaştırılması” için emir verdi. buna “kültürel devrim” dediler. çünkü hükümete göre öğretmenler ve öğrencilerin tümü şah taraftarıydı ve cia tarafından satın alınmışlardı. tüm üniversitelerde öğrenciler, öğretmenler ve yönetici kadronun katıldığı protestolar, grevler ve boykotlar başladı. ben de greve katıldım. birkaç gün sonra bir gece ülkedeki tüm üniversitelere yönelik bir saldırı oldu, bazı öğrencilerin de öldüğü bu saldırı sonrasında bütün üniversiteler iki yıl süreyle kapatıldı. öğrencilerin üniversitelere gelmesine izin verilmedi ama öğretim görevlileri hiçbir çalışma yapmadan mesailerine gelmek zorunda bırakıldı. bu arada da siyasi durum daha da kötüleşti. 2500 yıllık monarşinin ardından iran’ın ilk cumhurbaşkanı olan beni sadr ülkeden kaçtı. sonra hükümet kitlesel tutuklamalara başladı. yapılan “kültür devrimi”ne karşı olan insanların listeleri hazırlandı. ben de listedeydim ve bir gün işe giderken arkadaşlarımdan birisiyle otobüs durağında karşılaştım. bana “kütüphaneye gitme. orada devrim muhafızları var ve senin fotoğrafını arıyorlar ve ev adresini soruyorlar” diyerek beni uyardı. o gün işe gidemedim, evime ve ailemin evine gidemedim. çünkü her üç adreste de beni kolayca bulabilirlerdi. tahran’da gizlenmek zorunda kaldım. insanlar bana evlerini açtılar. birçoğuyla ilk defa karşılaşıyordum. onlar benim arkadaşlarım ya da yakınlarımın arkadaşlarıydı. uzun bir süreyi adresini bilmediğim yerlerde bir-iki gün kalarak geçirdim. tutuklanma tehlikesine rağmen hayatımı kurtardıkları için bütün bu insanlar çok minnettarım. iran-ırak savaşı devam ediyordu temel gıda maddeleri karneye bağlanmıştı. temel gıda ve ihtiyaç maddeleri camilerde ve kimlik kartı gösterilerek alınan kuponlarla sağlanıyordu. bu insanlar kısıtlı besinlerini de benimle paylaştılar. onların cömertliğini direncini görmek benim için büyük bir ders oldu. benim tek değildim ve yüzlerce binlerce insan aynı durumdaydı. diğer şehirlerde ve küçük köylerden birçok insan gizlenmek daha kolay olduğu için tahran’a gelmişlerdi. altı ay böyle geçti. sonra koşul ve olanaklar azaldı, bizim gibilere yardımcı olmak da daha tehlikeli oldu. riski göze aldım ve kaçakçıların yardımıyla, yani yasadışı yollardan ülkeyi terk etmeye karar verdim. kaçış sürecinizde yaşadıklarınızı anlattığınız "yırtık resimler" 1995 yılında yayınlanmış, tam 23 yıl; neden yayınladınız ve neden beklediniz? “yazar olmak çocukluktan beri hayalimdi” diyen birçok yazarın aksine, yazar olayım diye bir hedefim hiç olmadı. bir kütüphaneciydim ve bu beni mutlu ediyordu. isveç'e gittiğimde de bu duygulara sahiptim. tahran’da olduğu gibi “şef” konumunda olmasam da stockholm üniversitesi’nin kütüphanesinin referans ve dergiler bölümünde çalışmaya başladım. çalışma saatleri 16.00-22.00 arasıydı ve çok geç bir zamandı, üstelik de soğuktu. ama bu beni mutlu etti. çünkü çalışıyordum ve işimi yapıyordum. bir gün bir haber aldım: kuzenimin 19 yaşında bir oğlu vardı ve savaşa gitmek istemediği için, bir süre önce benim yaptığım gibi kaçakçıların yardımıyla iran’dan kaçmış ama dağları geçerken donarak ölmüştü. kuzenime de gel ve oğlunu al demişlerdi. kuzenim avukattı ve almanya’da yaşıyordu. 10 dağcıyla anlaşıp gittiler ve oğlunun bedenini oradan alıp döndüler. haberi duyunca kendimi çok kötü hissettim. tıpkı nazi toplama kamplarından kurtulanların sorduğu soruyu kendime sordum: “diğer altı milyondan birisi değil de ben neden kurtuldum?” gözyaşı dökmek yetmiyordu. bu büyük bir trajediydi ve ben de bir şeyler yapmalıydım. benim yaptığımı yapanları, ülkesinden kaçıp gelen genç insanları anlatmalıydım. çocuklarını birbirlerinden ayıranlar neden “zalim”dirler onu anlatmalıydım. bunu yalnızca batıdaki lüks yaşam için mi yapıyorlardı, bunun nedeni, sorunları neydi? ben insanların bu “davetsiz misafir”leri anlamalarını istedim. o donarak ölen yeğenimi anlatmak istedim. ama o donarak ölmüştü ve ben donarak ölmenin nasıl bir şey olduğunu bilmiyordum. sadece benim kaçarken hissettiklerimi biliyordum. o kitap benim yaşadıklarıma dair bir tanıklıktı. isveççe yazdım. işte yazma hikâyem de böyle başladı... ülkemize birkaç kez geldiğinizi biliyorum. ilk gelişinizdeki türkiye, van, istanbul ile sonraki gelişlerinizde gördükleriniz açısından bir fark var mı sizce? istanbul’a birkaç kez geldim. “yırtık resimler / the torn pictures” kitabımda da anlattığım gibi önce güvencesiz ve gideceği yer olmayan bir mülteci olarak geldim. birkaç yıl sonra iranlı mülteci ailelerle görüşen ve onlarla ilgili olarak isveç’te “çocukları kurtarın” başlıklı bir rapor yazan, isveçli hukukçu ve sosyal hizmet uzmanlarıyla birlikte geldim. o zaman onlara tercümanlık yaptım. daha sonraki gelişim arkadaşım ve meslektaşım olan, benim gibi isveç’te yaşayan ve çalışan, ne yazık ki çok genç yaşta ölen kürt yazar mehmet uzun için düzenlenen konferans nedeniyleydi. ayrıca yeni salıverilen insan hakları savunucusu ve avukat muharrem erbey’in yargılanması sürecinde diyarbakır’a giderken istanbul’a iki kez daha geldlim. sayın erbey isveç pen’inin fahri üyesiydi. neyse ki bu sefer o özgür ve ben çok mutluyum. farklı anılarım ve istanbul için farklı gözlemlerim var. ben istanbul’u seviyorum. istanbul’dayken geçen hafta gezi parkı’nı görmeye gittim. tabii ki boştu, ama burası tarihi bir yer haline geldi. gezi direnişini izleyen birçok yabancı istanbul’a geldiklerinde görülmesi gereken yerler listesine burayı da ekliyor. bu hareket umut verdi insanlara. yeni ve canlı bir ağ oluşturdu, gerektiğinde insanları yeniden harekete geçirebilir. istanbul, bu hareket sayesinde değişecek bence. benim için, istanbul’la ilgili bir başka nokta da yine iran’dan türkiye’ye kaçmak ve mülteci olarak güvensiz bir hayat yaşamak zorunda kalan insanların yeri olmasıdır. iranlıların benim 33 yıl önce yaptığım şeyi hâlâ yapıyor olmaları çok üzücü de olsa bir gerçek. iran'a, bıraktıklarınıza ve iran'ın bugününe dair ne dersiniz? iran bugün pek çok başka ülke gibi, birbirleriyle ve komşularıyla barış ve uyum içinde yaşamak için hayalleri olan bir çoğunluğun ve o çoğunluğu kontrol etmek istemekten başka bir düşüncesi olmayan ve kendisini güçlü göstermek isteyen azınlığın olduğu bir ülke. iran’daki rejim yarım ve bakıma gereksinimi olan yaklaşık bir milyon sokak çocuğu yerine, suriye halkının daha fazla öldürülmesi için beşşar esad’a yardım ediyor, para ve askeri güçlerini gönderiyor. afganistan ve ırak’la ilgili 'da çeşitli emelleri vardır. batı dünyası iran halkının güvenliğini tehlikeye sokan tehlikeli bir “kedi ve fare” oyunu oynuyor. israil yıllardır iran’ı bombalamak için lobi faaliyeti sürdürüyor. iran’da sıradan insanlar pek çok sorunla birlikte iktidarın nükleer program ihtirasıyla meşgul. enflasyon, işsizlik, yolsuzluk, uyuşturucu sorunları ve fuhuş rejimin umursamadığı sorunlar. rejim sadece gücünü korumak derdinde. işte bu yüzden muhalif basın yasak, birçok gazeteci, işçi ve öğrenci lideri, insan hakları, kadın hakları aktivistleri kovuşturuluyor ya da hapiste. bu üzücü bir hikaye, ama aynı zamanda islam cumhuriyeti’nin propagandası altında doğmuş ve büyümüş genç insanlar, sadece onlar direniyorlar. 2009 yılında bir ayaklanma oldu. itirazlar ve muhalefet yeniden yükselecek. gençlerin ve kadınların iran’ın yarını için bir umut olduğuna inanıyorum. şah döneminde de özgürlük için mücadele edenlere yönelik aynı şeyler yapılıyordu, fark ya da benzerlikler nerede aslında? bazı arkadaşlarımın çocukların anne babalarını devrim hakkında suçladılar. “neden bu devrimi yaptınız? erkek ya da kız arkadaşlarınız vardı, iyi bir hayat yaşıyordunuz, modern bir yaşam tarzınız vardı, istediğiniz giysileri giyebiliyordunuz. neden bizim için hayatı çok zorlaştıran bu devrimi yaptınız” dediler. cevabı basitti: devrim yapan insanlar şaha karşı mücadelede sokaklarda hayatlarını tehlikeye atan insanlardı, hayatı daha kötü yapmak isteyen mazoşist bir grup değildi. biz daha iyi bir yaşam hayal ediyorduk, ama daha da kötü oldu. ben yine de şahın suçlu olduğuna inanıyorum. evin cezaevinde işkence odalarına gönderilenleri dinlenirse, onun rejiminin yolsuzlukları bilinirse devrimden başka seçenek kalmaz. genç iranlılar şah diktatörlüğünü bilmiyorlar. onların o zamanki sistemle ilgili, düşünce ve ifade özgürlüğü konusundaki sınırlamalarla ilgili hiçbir fikirleri yok. o zaman ülke tek parti sistemi tarafından yönetiliyordu. bir tek şah’ın partisi “rastakhiz” vardı ve insanlar eğer ona üye değillerse işlerini kaybedebilirlerdi. şah ve humeyni arasındaki fark şahın bir ideolojiye sahip olmamasıdır yalnızca. nasıl arzu edersen öyle, doğulu ya da batılı gibi, yaşamak istiyorsan yaşamakta özgürsün, tek koşul şahı eleştirmemendir. ama humeyni iran’ı bir “islam cumhuriyeti” yaptı. bu iran’da dinin egemen olması demek. devlet yurttaşların kendileri ve tanrı arasındaki ilişkileri düzenler. şimdi hükümet insanların yatak odasına bakıyor. recm “kötü” müslümanların cezalandırılmasının yolu. kişinin “gerçek” müslüman olup olmadığına devlet karar veriyor. yani fark bu, ama belirttiğim gibi bu iki dönemin arasındaki benzerlik ise demokrasinin yokluğu ve diktatörlük! özellikle yönelimleri bakımından şimdiki türkiye’yi iran'a benzetenler var, sizce bir benzerlik var mı gerçekten? evet, ikisi de islam’ı teşvik etmek istiyor. iran tabii ki daha başarılı ve güçlü. çünkü 35 yıldır ülkeyi yönetiyor ve halk devriminin meşruiyetine sahip. erdoğan’ın da gizli hayalinin de “türkiye’yi yeni bir iran yapma” olduğunu düşünüyorum. türk hükümetinin daha fazla çocuk yapılmasını önermesi ve kürtaj karşıtı tavrını duymak endişe verici. birçok başka benzerlikler de var. iran ve türkiye’nin birlikte gerçekleştirdiği son ekonomik skandal. türkiye’de twitter’in yasaklanması, iran’daki youtube, facebook yasağı aynı şeyler. muhalif gazetecilerin hapse atılması bir başka benzeyen durum. insanlar bir dönem erdoğan’ın türkiye’yi islami bir demokrasiye doğru götürdüğünü düşündü. ama özellikle gezi parkı direnişi’ne karşı rejimin tepkisi bunun sadece bir yanılsama olduğunu gösterdi. dini ve siyaseti birleştirmek ve demokrasiden bir arada söz edilemez. iran’ı (daha doğrusu tahran’ı) 2005'de ziyaret ettim. iki şey dikkatimi çekti: 1. kadınların yeri ve önemi, 2. şehirli bir toplum ve kültür olması. bu değerlendirmeme katılır mısınız, nasıl yorumluyorsunuz? sana katılıyorum. kadınlar mollalar için büyük bir sorun. onlar toplumun içinde her yerde var. şehirler arasındaki uzun mesafelerde otobüs şoförlüğü yapan kadınlar görebilirsin, üniversite öğrencilerinin yüzde 60’ı kadın, iran’da kadınlar sanatla, sinemayla uğraşıyorlar, kitap yazıyorlar, hakları için mücadele ediyorlar. batıda insanlar iranlı kadınları gördüklerinde ve yaptıklarını öğrendiklerinde şaşırıyorlar. bu çelişkiyi anlamak onlar için çok zor. benim cevabım iranlı kadınlar afganistan veya suudi arabistan’daki kadınlar da olduğu gibi çok güçlü olma bakımından çok gelişmiştir. öyle olmasaydı mollalar onları çoktan evlerine hapsetmiş, tek işleri mutfak olan ve çocuk yetiştiren bir hale getirmiş olurdu. ama öyle değil. iranlı kadınlar anneleri ve büyükannelerinin eğitim, kadın, oy hakkı için verdiği mücadelelerden kaynaklanan deneyimlerini öğrendiler. Sekiz yıllık savaş dönemini unutmamak gerekir. erkekler savaştaydı ve en az bir milyon erkek öldü. evde ve sokakta tüm sorumluluğu kadınlar üstlendi. erkekler savaştan geri geldiğinde artık kadınları eve geri sokmak için çok geç olmuştu. yani kadınların mücadele ederek bu durumu yarattılar ve rejim için de ciddi bir baş ağrısı durumundalar. şehirli olma konusunda da sana katılıyorum. rejim kültürünü öldüremedi. iran’da rejim değişirse insanlar kendi yollarını kendileri belirleyecek yine. teşekkür ederim. ben teşekkür ederim. | |
önceki yazılar:
haberler:
Bu sayfa en son 25.05.2014 tarihinde güncelleştirilmiştir. |
|