bianet.org / 15 şubat 2014, cumartesi
“kitaplar da yollar gibidir, yıllarca yürürseniz bitmez ama bir yerde ‘yeter’ deyip, kendi yolculuğuna başlaması için elinizden uçurmanız gerekir.” (s:5) bu sözler “az gittim, çok döndüm” kitabının girişinden alıntılandı. kitabın yazarı aynur uluç benim arkadaşım; söz ettiğim kitap da onun ilk kitabı. yola, yolculuğa ve yolcu olmaya ve yazmaya meraklı olanlar için çok kışkırtıcı değil mi! benim kendisiyle ilgili hissettiklerimi ve düşüncelerimi, o yukarıdaki satırların sonrasında benden önce şöyle ifade etmiş: “diyorum ki; iyi ki yolumuz kesişmiş bir yerlerde... ve iyi ki, buluşmayı ıskalayıp çoğalmayı kaçırmamışız hayatın bizi savurduğu hızın içinde.” duygular karşılıklı! işte o yüzden kitabına dair bu yazı yazılmak zorundaydı. çünkü her birimizin yaşamımıza “böyle ve bu kadar çok değen” insanlar yok ne yazık ki! hele hele yolun kesiştiği yerde yaşananlar, sonrasında gidilen yerlerde koşutluklar varsa.... bu yazı onun bu ilk kitabı üzerine, ama bir eleştiri, değerlendirme, hatta bir tanıtım yazısı değil. bu yazı onunla, bazen “yüzyüze” sıkça da “yazışarak” yaptığım söyleşilerin, kendi başıma ve sadece “yazarak” gerçekleştirdiğim örneklerinden birisi. buna bir anlamda konuştuklarımızın “aynada kalmış bir izi” demek de mümkün. ayna ne bakanı gösterir, ne de görülen aslında ona bakandır. ayna tüm gerçekliğine karşın aslında başka şeydir ve sıklıkla onda görülmek isteyeni gösterir ya da öyle olduğu sanılır. ama üçüncü gözlerdedir aslında aynanın gösterdikleri. o bu yazıyı yayınlandıktan sonra okuyacak. yazma amacım ise onunla doğrudan görüşüp tanıyamayan insanlara, tıpkı o aynaya bakan üçüncü göz gibi, onu benim gözümden tanımaları için bir olanak sunmak. “hiç bu kadar çizili kitabım olmamıştı” demiştim ya spotta, söz ettiğim o çizgiler kitabın başından aynur’un elleriyle yazıp çizdikleriyle başlıyor: “marifetl ellerin ince duyarlığında dünyayı değiştirme çabası tükenmeyen canım arkadaşıma; mustafa’ya (elleri hep yeşil kalan dileklerimle)” diyor ve sürdürüyor: “yol şiirse tepeden tırnağa harf döküyorum / kuyuysa başı sonu yol’a taşıyorum boylu boyunca”; sonra hemen ardındaki sayfadaki şiirinde “haddeden geçerken / ‘kolay mı değivermek dipsiz yıllara / kolay mı boynunda tarih / dilinde ateş taşımak” (s:8) diyerek aslında taşınanın ne olduğunu açımlıyor. bu, aynı zamanda insan soyunun boynunun borcu bir görevin de adı. işte o yüzden benim aklıma gelen ve kitabın başındaki boşluğa kaydedilen ilk sözler “hepimiz az veya çok gideriz, ama bütün mesele ‘çok dönebilmekte’! bir de dönemeyenler var tabi...dönemeyeneler, hep gidenler, gide gide çoğalan, çoğala, çoğala gidenler...” oluyor. kitap bir öykü kitabı değil ama öyküler anlatıyor aynur. bildik öyküler ama bu bildik öykülerin bilinmez sonları, ayrıntıları da var! örnek mi: “rüyada ölmeyi” kaçımız düşündük, kaçımız yazdık? kitap bir şiir kitabı da değil ama şiirlerle dolu... okurken soruyorum kendi kendime, sesli sesli: şiiri düz yazıdan ne ayırır? düz yazı da şiir gibi yazılamaz mı? sözcükler seçilemez mi seslerine göre? benzetmeler şiirsel olamaz mı? murathan mungan ile küçük iskender’in şiiriyle düzyasını eski dille söyleyeyim ‘nesiriyle nazımını buluşturan, birleştiren ne?’ herkesin bir yanıtı var ama aynur’la konuşmalarımızın da izleğinin benim aklıma getirdiği yanıt şu: elbetteki şairlikleri ama çokça da duyarlılıkları... ‘söz’e, ‘ses’e dair duyarlılıkları, bakışları, görüşleri, deyişleri, incelikleri, özgünlükleri... ama en çok da sevgileri, yürekleri... bunların hepsinin kendiliğinden ve bol olduğu insan soyunun bence başat türü olan ‘kadın’da var. bir şair aslında aynur ama şairliğinden önce de bir kadın! kadınlığın ve kadınlığının farkında olan bir insan. o yüzden bu kitabı bir şiir gibi... bir kadın şiiri gibi bir kadın şiirindeki bir kadın sesi gibi... kısa yoldan gideyim, herkes bildiği için “füruğ ferruhzad” gibi diyeyim. bir soru daha sorayım tam burada: “peki bir kadını bir erkekten ne ayırır?” ya da “kadınlarla erkeklerin, kadın yazarlarla erkek yazarların en önemli farkları nerededir?” diyeyim örneğin... yanıtlarınız, yanıtlarımız çoktur bilirim. aslında her yanıt yanıtlayanı anlatır onu da bilirim. dahası bazı soruların yanıtlarını hiç düşünmediğimizi, o yüzden de yanıtlarımızın ol(a)madığını da bilirim. benim bu soruya karşılık olarak düşündüğüm başka bir çok yanıtım varken bir başkasını bu kitabı okurken fark ettim; aynur ve yazdıkları yüzünden: kadınların daha çok soru sormalarındadır. soruların yanıtlarını bilmediklerinden sormazlar, düşündürmek istedikleri için sorarlar. bir anlamda erkeklere göre daha fazla sesli düşünürler, daha çok düşünürler. bu saptamaya burada “erkek”lere yönelik bir de ekleme yapayım, azıcık düşünmeleri için: erkekler bunu çok geç fark ederler, o zamana kadar da bundan hep şikâyet ederler. aslında şikâyet ettikleri kendilerinin düşünmek zorunda bırakılıyor olmalarıdır. benzer bir noktaya aynur uluç da varmış olmalı ki “ince ayrıntıların önemini düşünmek için önce bir süreliğine kadın olup, sonrasında erkek olmak lâzım belki de!” diyor. (s: 45) bunlar kitabı okurken ve sonuna geldiğimde kafamda oluşan “sonuç”lar. ama kitap tabi ki bunlardan ibaret değil. kitabın içinde yer alan 13 ayrı bölüm halindeki yazılarda bu ülkenin farklı yerleri, o yerlerde olanlar olmayanlar ve anılar anlatılmış. “rüzgâra çengelli otobüs” başlığı ile gümüşlük, “kömür madeninde bir kadın” diyerek, zonguldak-armutçuk-kara don, “işte, döldenizin rahmindeyim” dediği fethiye - ölüdeniz, “kimsesiz mektuplar”dan söz ederek safranbolu-amasra-bartın, “aldırma meriç, aldırma!” diye seslenerek meriç nehri ve enez, kendini “sinope’nin bedeninde” hissederek sinop ve çevresi, “arafta yolculuk” ederek cide, “eski bir şehir mayalanırken” eskişehir, “palamutbükü'nün gözlerden seken sırrı”ndan söz ederek datça-palamutbükü-knidos, “üç etekli gözlerin” peşinde rize, hemşin, trabzon, karadeniz, “çocukluğumun köyüne köyümün ihtiyarlığına” doğru giderken çorum-gümüş-hacıköy, “kıyısından köşesinden çengelli bir köye” yapılan bir yolculukla kıyıköy, saray,“türkçeyi diyarbakır’da söktüm” başlığıyla diyarbakır-mardin bu yerler. üstelik çevreleriyle birlikte. kısacası, kuzeyi, güneyi, doğusu, batısı ve tam ortasıyla bu ülke ve ülkenin aynur uluç’ta bıraktığı izler, gerçekleştirdiği değişimler bir “yaşam yolculuğu”ndan söz ederek anlatılıyor. onunla birlikte geziyor, onunla birlikte öğreniyoruz. yalnız ortamlar ve mekânlar yok oralarda, insanlar da var. kimisi tanıdığımız, kimisi tanımak isteyeceğimiz... kimisi de bu benim diyeceğimiz. okurken kafamızda pek çok fotoğraf oluşuyor; “çekilmiş midir acaba” diye sormaktan alıkoyamıyoruz kendimizi. üstelik bu yolculuğu “sesler”le birlikte yapıyoruz. bunu da “insanların nasıl sesi varsa,kuşların, böceklerin, denizlerin nasıl kendine özel sesi varsa, şehirlerin de sesi olur. hem de her şehrin ayrı sesi” diyerek aslında açık açık söylüyor aynur. o sesler yalnızca ortam seslerinden kaynaklanmıyor ama her şairin kitabında olduğu gibi bu kitapta da bir çok şair ve onların sesleri var. üşenmedim saydım. yerlisi yabancısı, eskisi yenisi, bilineni bilinmeyeni, cemal süreya’dan şükrü erbaş’a, halil cibran’dan octavio paz’a, şeyh galip’ten rupen çilingiryan’a, tam 36 şair ve dizelerinden ve zaman zaman da sözlerinden alıntılar var; üstelik de doğru ve can alıcı yerlerde. adlarını sıralayayım mı, yoksa siz tahmin eder misiniz kimler olduğunu? bence daha iyisi kitabı okurken onları anımsamak ve bir kez daha keşfetmek çok daha güzel. ama içlerinden birisine “torpil” geçeyim bu yazıda ve kitabın içindeki bir yazının adandığı sevgili süha tuğtepe’nin su dizelerini paylaşayım: “nereye konacağını bilmeyen / bir kırlangıç sürüsü gibi / ünlemler kaldı benden / sizden geriye” (s:147) hangimizden başka neler kaldı ki? “sesler”? bilinmez!.. 36 şairin şiirlerinden alıntılar var ama, henüz kendi şiir kitabı olmayan, ama pek çok dergide şiirlerini okuduğumuz aynur uluç’un da şiirleri var kitabın içinde. hem de oldukça çok. onları okumak da, hem de yer ve mekânlardan söz ederken akla gelenleri doğrudan, öyle içinden geldiği gibi paylaştığı şiirler onlar. üstelik yalnız alıntıladığı ya da kendi yazdıklarında yok şiir. yukarıda dediğim gibi düz yazı olan yerler de şiir gibi... dolayısıyla uzun bir tematik şiir kitabı gibi okunuyor kitap; işte bir örnek: “o yüzden bu gece giysilerimle birlikte içimde tortusu kalmış korkularımdan da soyunarak kollarına attım kendimi. uykumun çıplaklığını ıslatırken, belli belirsiz aydınlığında yol alınan bir sevgili gibiydi deniz... ilerledikçe bilinmezliğine girilen bir sevgili... yumuşacık saran kollarında erimek gibiydi içinde olmak. alacakaranlık sularına bıraktım kendimi. gökyüzüne baktım, samanyolu görünüyordu boylu boyunca. gözleri, bakışlarımı sarmaya hazır bir kuşak gibi ışıldıyordu. biraz daha öteye gittim hafif tedirgin. dalga sesleri uzaklaşmıştı. kıyıya vuruşu hafif bir sertlikte kısa, taşlardan geri çekilişi ise daha çıtırtılı bir sesle uzundu. küçük farklarla kendin tekrarlayan köpüklü sesini kulağıma üflediği bir şarkının sevda nakaratı olarak düşündüm. denizde bir tek ben vardım, bir tek beni sarıyordu sevgilimin sonsuz uzun kolları. ben, bir tek onu sarıyordum gecenin çıplak koynunda.” (s: 189-190) seslerden söz ettik ya, “örgütlenmiş” seslerden oluşan şarkılar, türküler, ezgiler de eşlik ediyor kitap boyunca bizlere. “gel, gezmelere gidelim biz / bulutların asfaltında / hiç yaşamamışız gibi olacak sonunda / ben kendi yoluma gideceğim / güneş kendi yoluna” gibi örneklerle kazım koyuncu, ayla dikmen, nazan öncel, kıraç gibi sanatçılardan, grup yorum, bulutsuzluk özlemi, ezginin günlüğü, athena gibi topluluklardan şarkılar, tezgiler ve pek çok anonim türkünün küçük kısa bölümleri ve anımsatmaları var kitap boyunca. çünkü yolculuklar “müziksiz” olmuyor, olamıyor. “şiirlerim lir,şarkılarım tar, dudaklarım kara höbür moru. bir şehirdeyim... dilinin altında dil tutan bir şehirde. kulaklarım tetikte taşları dinliyorum.” (s: 315) yolculuk coğrafyalarda, mekanlarda sürmüyor yalnızca; filmlerde(“derinlik şarhoşluğu”, “gönderilmemiş mektuplar”, “çingeneler”, “boş ev”, “gülün adı”), kitaplarda (“a'dan x'e” ,john berger; “top oynayan kedi mağazası”, balzac; “şibumi”, trevanian; “kitab-ı bahriye”, piri reis; “su ve düşler” ve “mekânın poetikası”, gaston bachelard; “seyahatname” ibni batuta; “kafkas tebeşir dairesi” brecht; “ateş anıları”, eduardo galeano; “tarih tarih değildir” demir küçükaydın, “gezi fısıltıları”,ışıl özgentürk; “mem û zin” ahmede hâni), ressamlarda (goya, van gogh), yazarlarda (mayakovski, novalis, yusuf ziya örün, rabelais), düşünürlerde (einstein, john berger, voltaire, hz.ali, homeros) de sürüyor. hepsi düşündüren çağrışımlar, hepsi keyif veren, dünyayı güzelleştiren, sanatın, kültürün, düşünce ve yaratmanın keyfini bir kez daha hissettiren örnekler. sevgili aynur ayrıca kitap boyunca pek çok hikâye anlatıyor, pek çok konuda bilgiler aktarıyor. merak ediyor, keşfediyor ve öğreniyorsunuz. o yüzden bu bir “yaşama yolculuk”, “kendine yolculuk”, “bilgiye, duyguya, düşünceye yolculuk” üzerinde düşünülmesi, bir şeyler yazıp çizerken alıntılanması, kimi olayları anlatırken açımlamayı sağlayan çok sayıda cümlenin altını çizdim kitap boyunca; o yüzden, o cümledeki “çizili” lafı! işte birkaç örnek: her birine bir “makale” yazılmaz mı siz söyleyin. ama özellikle amed’i, amida’yı anlattığı bölümdeki “her şehrin nasıl sesi varsa, işaret ettiği bir de yara var sanki bedenimizde.” şeklindeki sözleri, içinde olduğumuz dünya ve gündeki kimi can yakıcı sorunlara başka bir gözle bakmamız gerektiğini söylüyor ve dışımızda gibi görünen sorunları içselleştirmemiz ve üzerinde daha derin düşünmemiz için bizi hem uyarıyor, hem de özendiriyor dedim ya kitap boyunca altı çizilmiş ve çizilecek çok satır var; hepsini yazsam bir başka kitap olur. iyisi mi siz okuyun ve bulun. o satırları belki siz de yazarsınız..." kitabın sonuna da birkaç satır ekledim: “devamı nerede?, ne zaman? nasıl?” dedim derinden bir ses bana yanıt verdi: “neden?” belki siz bulursunuz, neden? (ms/çt) * “az gittim çok döndüm” aynur uluç, kibele yayınları, kasım 2013, 357 sayfa, |
önceki yazılar:
haberler:
Bu sayfa en son 15.02.2014 tarihinde güncelleştirilmiştir. |