11 nisan 2015 / bianet
insanı bir hâlden başka bir hâle geçirme gücü olması gerekir şiirin. ama önemli olan hangi hâlden hangi hâle geçeceğimizdir. bizi yolculuğumuzda nereye götürdüğüne bakmalıyız, derinimizde sakladıklarımıza götürüyor mu bizi, yeni anlam dünyaları kazandırıyor mu, insanı, toplumu ve tarihi daha derinden anlamamızı sağlıyor mu, soru sorduruyor mu? sevgili aynur uluç’la birlikte uzun süredir sürdürdüğümüz “kadın sesi” çalışmasının notlarının arasına, leyla erbil’in “zihin kuşları” kitabının 31. sayfasından da müziğe dair şu notları kaydetmişim: “ilk okumamdan bu yana metnin yaprakları arasında saklandığı yerden yavaşça dirilerek yükselen bu müziğin bendeki izi nedense bir piyano değil bir insan sesiydi; bütün sesleri kapsayan, geçişken tek bir insanın , belki bir kadının sesiydi! içinde yüzlerce ses taşıyan tek bir insanın sesi! hayır! farinelli değil, öyle yüksek değil! şelale gibi olmayan! çağlamayan! glissandoları yumuşacık akan bir dereyi çağrıştıran! kendini öne çıkarmayan! başka sesleri ezip geçmeyen! (evet geçmeyen)! hiç bir şeyi küçük görmeyen! büyüklük taslamayan! yarışmayan! kendini çatlatmayan bir ses! kendi suyundan kaynayan; durgunluk dolu yatay bir tını! görkemli bir mırıldanma bile denilebilir benim işittiğim vinteuil’in sonat andantesine…” onun söz ettiği bu sese benzer bir sesi bir süre sonra “yer yatağı”nda bir kez daha duydum: “kırk bir kere / sus’tum / kırk bir kere / yutkundum / tane tane / yuttum sözcüklerimi” (s:14, ilk im) diyordu sevgili aynur uluç, şiirlerini topladığı son yapıtı “yer yatağı”nda...(1) neden yutuyor kadınlar, ya da yutmak zorunda kalıyorlar o sözcükleri ve neden hep “sus”uyorlar?
1964’te üsküdar-istanbul’da doğdu. babasının mesleği dolayısıyla diyarbakır ve erzurum’da geçen çocukluk yıllarından sonra istanbul’a geldi. istanbul üniversitesi eczacılık fakültesini 1985’te bitirdi. kadıköy sanat topluluğu bünyesinde tiyatro çalışmaları yaptı. psikodrama, yaratıcı drama çalışmalarında yer aldı. 2003’ten beri pek çok farklı edebiyat dergisinde ve gazetede yazıları ve şiirleri yayınlandı. 2013’te ‘gezi-anı-deneme-öykü ve şiir’ türlerinden tatlar içeren ‘az gittim çok döndüm’ isimli kitabı yayınladı. “yer yatağı” ilk şiir kitabı. halen arkadaşlarıyla birlikte, farklı şehirlerde farklı temaları işlediği şarkılı şiirli muhabbetler yapıyor. eczacılık mesleğini de kendi eczanesinde sürdürüyor. uzun zamandır kafamızı kurcalayan ve üzerinde konuştuğumuz soru buydu... bunun yanıtını arıyordum her seste, solukta, sessizlikte. ilk işaretlerden birisini iranlı şair “füruğ ferruhzad”ı okuyup, yaşam öyküsünü öğrenip onu tanıyınca ondan almıştım. yaklaşık 20 yıl arayla benzer mekânlarda, benzer insanların, benzer “öteki”lerin sessizliklerini fark etmiş olmamızdı, koşutluğu sağlayan belki de. kaderin “garip” tecellileri ve de “tesellileri” var... önce kaybedip, sonra buluyor insan. aynı şeyler aklıma aynur’un sesini ve sessizliğini duyduğumda aklıma gelmişti. sesleri değil sessizliği de duymak gerekiyor. üstelik sözcüklerden önce çığlıkları ama erbil’in söz ettiği türden bağırmayan çağlamayan çığlıkları duymak gerektiğini de... sevgili aynur uluç’la bunları çok konuştuk, çok yazıştık. çok “sus”tuk. ama anladık. bu kez sesli bir konuşma yapmamız gerekti. çünkü ‘yer yatağı’nda bunlara ek olarak başka şeyler de söylüyordu. ben onu tanıdığımda zaman zaman başka “şiir”leri dinliyorduk beraber, “sus”uyorduk onları dinlerken, okurken sıklıkla da. son o susmalar bir kitap oldu uzun uğraşlar sonunda. bir “söyleşi yapalım” bunlara dair dedim. yaptık. ona şiirle ilişkisinin ne zaman başladığını sordum. carl sagan’ın bir kitabından yapılan “contact/mesaj” filminden bir sahneyi anımsatarak yanıtladı beni. “bilmiyorum” dedi. sonra ekledi: “ilk kez kendimden belli belirsiz şüphelendiğimde yirmi yaşlarındaydım ve bir rüya görmüştüm. parkta yere oturmuş, hiç tanımadığım bir amca tam ben önünden geçerken uzunca bir şiir okumuştu bana rüyamda.. uyanınca hayli zihnimi meşgul etmişti bu şiir daha önce hiç duymamıştım ve ezberimde de yoktu. şair olsam dedim kendi kendime ben yazdım diyeceğim ama olmadığıma göre. bu şiir nasıl girmişti benim rüyama...” ya hayallerle, ya da rüyalarla varolur gerçekten de şiir. bir de kalabalıklarla varılacak düşler kurulmaya başlandığında. bir ışıkla kesişmeyi bekler insan hep, aynur uluç gibi: “ışığı bekledim / zamanın döllenip gittiği yerde” (s:15, kesişme) “89'larda tiyatroyla uğraştık yıllarca... sisteme karşı koyan, emekten yana bir tiyatronun içinde yaşadık. o yıllarda beden çalışmaları yanında şiir okumaları, ses çalışmaları, dramaturji ve senaryo çalışmaları yaptık. ama özelde merceğim şiirde değildi. şiir yazdığımı bilerek, şiirle yeniden başka bir kapıdan ilişkilenmem ise on bir yıl öncesine rastlıyor.” ama onun ilk anımsadığı şiirde de bir sesin olması aslında “kesişme”lerin çokluğunu gösteriyor bize: “kendim isteyerek ilk ezberlediğim şiiri anımsıyorum. ahmet kutsi tecer'in şiiriydi: ‘nerdesin’ ‘geceleyin bir ses böler uykumu, içim ürpermeyle dolar nerdesin, arıyorum yıllar var ki ben onu, aşıkıyım beni çağıran bu sesin’ bu giriş beni öylesine çarpmıştı ki dua okur gibi içimden bu şiiri okuyarak yürüyordum yollarda. şimdiki aklımla, gözlerimle baktığımda taa çocukluğumda bir arayışa, bir yolculuğa tutkun olacağım, seninle birlikte ses kovalayacağım belliymiş... ‘gün olup sürüyüp beni derbeder, bu ses rüzgârlara karışır gider, gün olur peşimden yürür beraber, ansızın haykırır bana; nerdesin’ " sesi ve sessizliği merak edenin ömrü aramakla geçiyor. buldukları sonuç değil hep yeni soru işaretleri yaratıyor çünkü. bir de merak var ki... asıl koşturan o insanı? hem de hep yeni meraklara doğru. bir yolculuk bu aslında. aynur’un da benim gibi çıkmayı çok sevdiği. ama acılı... acılarla dolu. çünkü bu ülkede bu saydıklarımın hepsi ancak acılı süreçler olarak tanımlanmış, çoğunun sırtlayanları da kadınlar: “birden / rahim gibi açıyor kapısını / bestesi kâgir, alacası katmerli / aksini suya yatırıp acıya dokunuyor” (s:17, verev düşler)
o zaman üsteliyorum; merak ağır basıyor çünkü: insan neden şiir okur, şiir yazar diye soruyorum. yanıtını çoktan buldum oysa “yer yatağı”nda; ama onun ağzından çıkacak olanı merak ediyorum. anlatıyor: “okumaktan ya da yenilerini yazmaktan çok dünyayı algılama ve yaşama biçimi bence... hiç şiir okumadan da şiir olarak yaşamak mümkün. sanki sürüp giden yaşamın içinde, en derininde kendince başka bir yol alan bir iç ses gibi şiir. bize hayatı, zamanı, doğayı en önemlisi de kendimizi kulağımıza işleyen bir fısıltı... oturup da şiir okuyan birisi değilim. ancak karşıma çıkan bir tek dizede günlerce yaşayabilen birisiyim; ya da okuduğum bir şiiri aylar, yıllar sonra başka bir yanıyla keşfettiğimde geceleri heyecandan uyuyamayan birisi. rüyalarında şiir soluyan ama başta söylediğim gibi sözcüğe bürünmüş dizelerle değil, içimde sürüp giden yolculuğun tadında akan imgeler olarak... sarılmış sarmalanmış olarak onlarla, kafamdaki soruların yanıtları, yeni yanıtların soruları şeklinde imgelemimde şiir.” bir şairden başka bir yanıt bekleyemezsiniz zaten. hele hele şu dizeleri düşmüşse “yer yatağı”na: “dili tütsülü / tası çiçekli / at terkisinden nar tüylerine / yer yatağından / içi kırgın şehrin düş batağına / tebessüm uzatan / bir şiir... / yazılabilir şimdi / ahhh / şair olmak vardı...” (s:33, hediye zamanların şiiri) bir başka duyu katılıyor tam bu anında söyleşinin: “koku!” belki de patrick suskind’in “koku”sundan mülhem... “direk şiirin kokusunu alıyorum ben. bir başkası da yazabilir onu illâ benim yazmam şart değil ama ortamda şiir doneleri varsa, şiirin işlenebilir izleri varsa o kokuyu alıyorum. pek çok şiir o koku düzeyinde kalmıştır, yazılmamıştır bir şekilde ama ben o anları şiir olarak anımsıyorum bugün.” “şiir kurallı cümleler ve sözcüklerle söyleyemediklerimizi mi söyler” deyip üsteleyince o sürdürüyor anlatmayı: “şiir daha damıtık bir şey söyler. özünü söyler meselenin... günlük yaşamın gizlediğini açık ederek söyler. ya da açıkta olan bir şeyin görülmeyenini söyler... şiir tam tersine bazı şeyleri göstermez; sezdirir bazen de. iz sürebilmemiz için ip uçlarını verir bize. bol sözlü konuşmaların tersine derin bir susma halidir de denilebilir. içimizin dışımızda, dışımızın içimizde kaybolma hâlidir ve bu kaybolmalarla yolunu tekrar bulma hâli... başka bir tını duyurur, yaşamın hızı içinde zamanı durdurup o anı ‘büyüteç’leyerek söyler söylemek istediğini ya da tam tersi. var olan zamana başka bir zaman ve ona başka bir zaman ve ona başka bir zaman daha katarak söyler. kurulu algımızın dışında, özgür bir alandan konuşmak durumundadır. bize dayatılana karşı koymak, muhalif olmak durumundadır... “söylemediklerimiz” kısmı içimi sızlatıyor bir kez daha ve pek çok nedenle... o zaman da susuyorum. sustuğumun ne olduğunu anlıyor. susarak da konuşuyoruz çünkü! gözlerimin içine bakıp ekliyor: “şiir güzel bir düş kurar... doğaya uyan, insanın özünü aydınlatan bir düş... karşı koyuşunda, isyanında dahi o düşün nefeslerini duymalıyız direk söylenmiş olmasa da... öyle ince bir ayardır ki bu, insanın kendi darasından kurtulduğu bir aralıkta ama bütün dünyayı sırtladığı bir güçlülükte olmalıdır şiirin derdi... evet, bir derdi olmalıdır şiirin. diğer her türlü sanat dalında olduğu gibi... ne için var olduğunu, neye hizmet ettiğini bilmek, anlamak zorundadır. kafa yormak zorundadır şiir çözüm üretemez belki ama olanın bitenin farkında olan bir yerden kurmalıdır sesini. ondan sonra ister başımızı okşasın, ister sarsın sarmalasın, isterse alt üst etsin dengelerimizi; ister işaret etsin kilitli kapıların anahtarlarının yerini, isterse çeksin kulağımızı tatlı tatlı. şiir kendisinin ne kadar güçlü olduğunu bilmek zorundadır.” o derdi de anlıyorum, dahası biliyorum. bu kez de onun sustukları söylüyor ortak derdimizi!.. görüntü, ses, sessizlik, koku, temas, tat... beş duyunun algıladıkları. his bedene ait bir hassa. yer yatağı’nda insan, kadın, beden ve kadın bedeni var en çok. onun şiirinde özellikle altını çizdiğim bir gerçeklik. “kokla beni doyunca, donanınca / ciğerlerin dolunca / parmak ucunla kokla” (s:47, bindallı) konu bedene gelip dayanınca onun varlığının değişmez “mütemmim cüzü”ne “aşk”a geliyoruz ki benim asıl derdim bu. çünkü kadının erkeğin egemenliğini kırıp ötesine geçmesinin yollarından birisi aşkı özgürce kendi bedeninde yaşamak. çünkü erkek ta en başından beri ambargo koymuş durumda kadının bu doğal eylemine. hep engellemiş. kendinin hep yaptığına, yalnızca kendi sahip olmak istemiş. kadın üzerinde egemenliğini sürdürmenin en temel yolunun bu olduğunu çoktan fark etmiş. kadın aşkta özgürleşir bunu bedeniyle yaşarsa “pandora’nın kutusu” açılacak. o zaman “şer” çıkacak ortaya. oysa o özgürlükten çok acılar yaşasa da ta hypatia’dan füruğ’a kadar tüm “asi kadınlar” gerçeği, kadının gerçek yerini arayan kimi kere bulan kadınlar çoktan geçmiş buraları... kendileri geçtikleri gibi yazdıkları yarattıklarıyla da ortaya koymuşlar bunu. yer yatağı’nda da bunun ifade edildiği bir dolu şiir var: “karıştı rüyamdan düştü gerçeğe / aşkın seçtiği mahzenden geçtim / terim mürekkep oldu, tükrüğüm nehir / eteklerimden aktı ipliği dilin” (s:48, su ağacı) kadın erkek üzerine konuşuyoruz sonra. ben “kadın”ın üstün yanlarına vurgu yapıyorum. o biraz daha tedbirli; ama biliyorum bu duyarlığından, naifliğinden kaynaklanıyor, kimseyi incitmeden yapmak yaratmak onun için çok önemli. önce genel olarak sonra da “yer yatağı” özelinde yanıtlıyor sorumu: “kadınların algılarının genelde ilk anda daha çok sezgiye dayalı olması şiirlerdeki dip okumalara daha çok imkan veren bir yan barındıracağını düşünüyorum. ancak bu erkeğe göre bir artı ya da eksi gibi değerlendirilmemeli. erkeklerin de şiir içindeki bilgi kodlarını daha iyi görebileceğini ve kurabileceğini düşünüyorum. şiirin matematiğine daha yakın bulacaklarını kendilerini. kadın beyninin işleyişi ile erkek beyninin işleyişi arasında bilimsel olarak incelendiğinde farklar olduğu konusu uzun bir araştırma konusudur. bebek henüz anne karnındayken hormon salınım dengeleri ile oluşan kadınlaşmış erkekler veya erkekleşmiş kadınlar konusu da buna dahil. bu konudan söz ederek bu tür bilgilenmelerle yaklaşırsak konuyu daha iyi analiz edebileceğimizi fısıldamış olabilirim buradan. david jassel ve anne moir'in birlikte hazırladıkları "beyin ve cinsiyet" isimli kitap ya da louann brizendine'nin ‘kadın beyni’ isimli kitabı bu konuda iz sürmek için rehber olabilecek kaynaklar ilk anda aklıma gelen(2).” biraz daha derinleşmeli bu önemli konunun üzerinde araya giriyorum “eksiklikleri” vurgulayacağım. ilk sözcük ağzımdan çıkarken susturuyor beni gözleriyle, bir daha susuyor ve dinliyorum. “kadının yüzyıllarca kendini keşfetmesinden, kendi bedenini tanımasından korkmuşlar. kendi sesini duymasından ve duyurmasından elbette. aslında bu erkeğe karşı bir şey değil, erkek de kadınla birlikte eksilmiş çünkü bu süreçte. daha azına razı olmak durumunda kalarak eksik nasiplenmiş. bunun neden böyle olduğunun yanıtı gayrı resmi tarih kitaplarında mevcut. o yüzden ben nedenini sonucunu sorgulamayı onlara bırakarak bize dayatılanın çok ötesinde bir yere uçmanın hayalini kuruyorum ve kadınla erkeğin birbiri içine tatlı tatlı girip çıkan bileşik kaplar gibi sevişmesini anlatıyorum "yer yatağı"nda. bedensel ve ruhsal hâllerini bir yolculuk içinde birlikte ve birbirlerinde ve birbirleriyle tanımalarını anlatıyorum. seyretmeyi ve seyredilmeyi sevmelerini, keşfetmeyi ve keşfedilmeyi, gelmeyi ve gitmeyi, zamanda ve mekânda olduğu kadar kendi ve birbirlerinin içlerinde gitmeyi sevmelerini, aşkı anlamaya ve anlatmaya davetlerini, bu olguyu gittikçe derinleşen anlam dünyaları ile kararak nasıl genişlettiklerini anlatıyorum. ses alıp ses vererek, sesleri dinleyerek anlatıyorum... en azından çabam bu yönde diyebilirim. kendimi yapabildiğim kadarını çabalamakla sorumlu gördüğüm için, bana verilenle yetinmeyip kendimi yeniden kurmak istediğim için... ve bunu anlatmamızdan, özelde kadının anlatmasından ve anlamaya davet etmesinden bu kadar çok korkuyorlarsa, şifacı cadılardan tarih boyunca bu kadar çok korkmuşlarsa bu anlatışı siyasi bir tavır olarak gördüğüm için. "sözlerle kurulmuş bir siyaset değil burada bahsini ettiğim... sesle; dip sesle ve tutumla kurulmuş bir siyaset... ve hepimizi ilgilendirdiğini düşündüğüm bu konuya kadınlar kadar erkeklerin de sahip çıkması gerektiğini düşünüyorum.” ama artık araya girmeden ve üstelemeden edemiyorum. çünkü kulaklarımda “yer yatağı”ndan sesler var: “temmuz güneşiyle aydınlanmak çağlardan / bir kadınla bir erkek / bin erkekle bin kadın aynı bedende / geçmişinden yüz alıp deli dizgin akarken / yeniden ve yeniden üretmek yarını / orospu bakire masum tenlerde” (s:80, seninle sevişmek) “kadın şiiri”ne, “kadın şairlere” geliyoruz. pek çok kişinin adlarını ve şiirilerini bildiği ve sevdiği sappho, füruğ ferruhzad, sylvie plath, nilgün marmara’yı ve daha yakın dönemden lale müldür, didem madak, birhan keskin’i anımsatarak ve özellikle füruğ’la yakaladığım koşutluğu kastederek soruyorum. “senin şiirinde kadın şairlerin etkisi ve yeri var mı? nedir ve nasıl etkileri oldu?” “yeri var ama direkt değil, etkisi konusuna ise var diyemem... çünkü ben el yordamıyla giderken yolum önce onların uğradığı duraklara kendiliğinden düştü. ben o kavşaklarda fikir ve duygu seyahatleri yaparken ismini saydığın şairlerin de bunu dert eden ya da dilini oradan kuran şiirlerinin olduğunu gördüm. yani yolum önce o şairlerle kesişip şiirlerini incelemedim. yolun beni getirdiği yerde onlar karşıma çıktı. kendilerinden önce şiirleri çıktı karşıma. bir şeye ihtiyacım olduğunda yol beni o noktaya götürüyor ben bunu çok deneyimledim. buna 'serendipity' deniyormuş bilge karasu'nun bir kitabında gördüğümde bu kavramı hiç şaşırmamıştım. öğrendiğim sadece ismiydi. benim sıklıkla başıma gelen bir şeydir... bir arkadaşım da bunu şu şekilde ifade etmişti. ‘ilgi algıyı, algı ilgiyi artırır’ sanırım bende de öyle oldu. ilgim arttıkça yol alma hâli içindeyken yolda o anda bulunduğum yerdeki bilgiler karşıma çıktı ya da elim gidip buldu o bilgileri... o yüzden bu saydığın şairlerin şiirleri hakkında konuşamam; okumadığım çok şiirleri vardır halâ. sadece iranlı şair füruğ ferruhzad’ı ayırabilirim onlardan, onun hakkındaki bilgimin daha fazla olması noktasında. yolum az önce anlattığım şekilde şiirleriyle kesişince bazı şiirlerinin türkçeye geçişinde içime oturmayan yerler olduğunu gördüm ve peşine düştüğüm dizelerin üzerine çalıştığımda; gördüm ki o oturmayan yerleri içim doğru teşhis etmiş. yaklaşık üç yıldır füruğ şiirlerinin çevirisi ile uğraşıyorum. ve böyle bir hayalim var belki on yılda tamamlayacak kendisini ama füruğ şiirlerini konuştuğum dille yeniden akıtmak istiyorum.” kadının sesini, cinselliğini yaşadığı doğallıkta verebilmeyi amaçlamıştım. istedim ki gerçeklikten, sahicilikten kopmadan da yaşanabilen bir rüyayı anlatayım. her karşı çıkışta bir isyan vardır, ancak bu kitapta ben baz aldığım duygunun isyandan çok güzelliğe özlem olduğunu düşünüyorum. bunu yaşamak mümkün yeter ki kafamızdaki kilitleri kıralım, yaşamamıza engel olan en çok kendi kilitlerimizdir demek istiyorum. kilitlerin olmadığı bir dünyanın düşüyle yazıyorum.” sohbet uzun. hepsine burada yer vermenin olanağı yok. çünkü derdimiz çok. bir bölümünü yakından bilsem de kitabın hikâyesini de soruyorum ona. içtenlikle ve sevinerek uzun bir yanıt veriyor. heyecanı beni de etkiliyor. bir kez daha “sus”up dinliyorum onu: “ ‘yer yatağı’ benim şiir kitabım ama içinde bir büyüteç var bana göre. o anlamda şiirleri ben yazmış olsam da tüm insanlık hâlleri var. ayrıca şiirle uğraştığım on bir yıl boyunca biriktirdiğim şiirlerin en güzellerinden seçerek, ‘e artık aynur uluç'un da bir şiir kitabı olsun’ diye düşünüp hazırladığım bir kitap değil bu. bir niyeti önüne koymuş; içeriğini ve akışını ona göre belirlemiş bir kitap. bu anlamda bakıldığında ben kitabın şairi olmaktan çok, en çok emek vereni gibi de hissediyorum kendimi. derdi benimle birlikte sahiplenmiş yol arkadaşlarım var bu kitapta. belki direkt şiirleri bile görmeden fikre verdikleri katkılarla aklımı, düşüncelerimi, duygularımı yeniden şekilden şekle geçiren, önüme yeni sorular bırakan yol arkadaşlarım... ancak şunu ifade etmeliyim ki asık suratlı bir dert değil burada işlenen. kadın ve erkeğin hâlleri var kitapta. coşkun ve insanı aşka getirici hâlleri var. insanın merakını gıdıklayan hâller. kendini tanımaya çalışan, kendinde ve birbirinde aşkı tanımaya çalışan insan. eksiklerini gediklerini seven, yol almanın hevesine düşmüş insan. insan derken tek bir kişiyi kastetmiyorum kim kendisiyle bütünleştiriyorsa o olsun kastedilen. kadını ve erkeği tek potada eritmeyi düşleyen, kendinde ve birbiri içinde kaybolmanın tadını arayan yolcuların hâlleri var kitapta. hep bir adım ötesini merak eden yolculuk hâllerinin... cinsellik var bolca; bedenini keşfetmenin tadından korkmamak kadar organlara hapsedilmeden yaşanan bir cinsellik var. elbette ana tema olan aşk ve yolculuk teması içine yedirilmiş farklı temaları da işlemeye çalıştım kitapta. nokta teması yanında boşluk ve yokluk temaları, tanışmak teması, farkındalık teması diyebilirim ilk aklıma gelenler olarak." teşekkür ediyorum. iyi ki var aynur uluç ve iyi ki “yer yatağı”ndan sesleniyor bize... (1) “yer yatağı” aynur uluç, kibele yayınları, ocak 2015, istanbul (2) http://www.idefix.com/kitap/louann-brizendine/urun_liste.asp?kid=140402 | |
önceki yazılar:
haberler:
Bu sayfa en son 11.05.2015 tarihinde güncelleştirilmiştir. |
|