30 haziran 2014
sevgili ahmet 10 yıl oldu konuşmuyoruz seninle. arada senin sesinin kulaklarımda olduğu anlar olmuyor değil. o
çınlamaların arasından akıp geliyor... kulağımla mı, beynimle mi, yoksa henüz
bilmediğim bir yolla mı duyuyorum bundan emin değilim... en son 22 haziran 2004’de ataköy yunus emre kültür
merkezi’nin önünde konuşmuştuk karşılıklı. akıl hastanesinde çalışan
arkadaşların oluşturduğu tiyatro grubunun “töre” adlı oyununun
öncesinde. oynayanların arasında üniversite tiyatrosundan arkadaşımız
sevinç de vardı ve o davet etmişti. gencay ve melek’le birlikte kendi
arabanızla geldiniz tiyatronun önüne. park edip arabadan indin, bizim olduğumuz
yere doğru yürüdün tam kaldırıma adım atacakken tökezledin. o resim gözümün önünden hiç gitmiyor. sen hiç tökezlemezdin,
en azından benim bildiğim yaşamında öyleydi. sağlam atardın her adımını. takıldım sana: “kendine dikkât et bize lazımsın” diyerek. dalga geçti karşılıklı, şamata yaptık, o kocaman gövdenle
üzerime yürüdün, sarıldık birbirimize. uyarımın bir gerçeği dile getirdiğini o
sırada bilemezdim tabi. ikinci tökezlemen de her şeyin biteceğini o zaman
bilemezdim. sonraki hafta antalya’ya tatile gideceğinizi söyledin.
sağlık bakanlığı’nın sosyal tesislerine kayıt yaptırmışsın, kabul etmişler. bana “sen de gel” dedin. gelebilirdim, koşullarım uygundu ama üşendim, kaytardım bir
anlamda: “siz gidin yer varsa bana da ayarlarsınız arkadan gelirim”
dedim. anladın herhalde ki “gelmezsin sen” dedin. ben de ısrar
ettim, “geleceğim” dedim. gerçekten de tam sekiz gün sonra bir gece sabaha doğru
oradaydım. dediğimi yapmamış kendine dikkât etmemiştin. bu kez oyunu
sana, zaman zaman sorunlar yaşadığın ama hep ihmâl ettiğin kalbin oynamış. seni
alıp başka dünyalara götürdü o “kocaman” yüreğin. gerçekten de öyleydi yüreğin.
hem gerçek, hem de mecazi anlamıyla. “yüce gönüllü” de derler değil mi!
öyleydi, öyleydin...
belki de parça parça onu hep başkalarına verdiğin için, sana
kalan parça seni yaşatmaya yetmemişti. kim bilir... demem o ki ben o tutmayı düşünmediğim sözü tutmuş yanına
gelmiştim, senin benim kadar sevdiğin diğer arkadaşlarımızla... yani biz
oradaydık, sen de bedenen oradaydın ama artık gitmiştin... “başka”
diyarlardaydın birkaç saattir... yüzüne son kez baktığımızda görmüştük,
gittiğin yerde mutlu olduğunu... amin maoluf diye bir lübnanlı yazar var. senin gittiğin yıl
yayınlandığı için belki de okuduğun “ışık bahçeleri” adında bir romanı var.
yeni okudum ben. milattan sonra 3. yüzyılda mezopotamya’da yaşayan “manicilik”
denen inancı kuran bir insandan söz ediyor. bugüne dair çağrışımlar yapan ama aslında yaşamı ve insanı,
inanç temelinde sorgulayan bir roman. adından da anlaşıldığı gibi “ışık
bahçeleri”nden söz ediyor. işte o romanı okuyunca aklıma geldi yüzündeki o
ifade... o zaman söyledim. “gitse gitse oraya gitmiştir bu ahmet” dedim.
gerçekten gittiğin yerin adı “ışık bahçeleri” mi? zaman nedir? kitabın başlarında bir yerde “zamanın bir görevler
zinciri” olduğunu söylüyor. sonra da mani’nin zaman zaman konuştuğu “ikizim”
dediği içsesiyle şöyle bir diyalog geçiyor aralarında:
- “yapacaklarım için ne kadar zaman biçildi bana?”
oysa o zaten çoktan yola çıkmıştı:
“gitmek”, diyordu mani kendi kendine, “”gitmek bir
şenliktir belki de şekilden şekle girebilen, kimi bürümcükten,
diyerek hem de. sen de öyle gittiğin için belki de aklıma geldi, bağlantı
kurdum seninle... gitmiştin çoktan. kim bilir belki de onun gördüğü, bildiği
yere, bir şenliğe... koyduk bir “tahta kutu”ya aldık seni geldik. hastanedeki
törende, camide, mezarlıkta ne kadar çok insan vardı. her şey ne kadar kolay ve
hızlı oldu. tam bir şenlikti. ama “hüzünlü” bir şenlik. sen o kutunun içinden
gördün mü bilmiyorum ama 10 yıl sonra anlatayım sana, neler olup bittiğini. en
azından kayıt düşmüş olayım bir yerlere... uçak saat altıda yeşilköy havaalanına indi. kargo bölümünden
aldık seni. otobüslerde olduğu gibi uçaklarda da bagaja koyuyorlar cansız
bedenleri. bir statü farkı olmalı bu. canlı ile cansızı ayıran bu kadar somut
bir şey mi gerçekte bilmiyorum. oysa bize tıp fakültesinde öyle
öğretmemişlerdi. bedenin temel fonksiyonları dursa da bir canlıda bedendeki her
şeyin canlılığını yitirmesi günler sürüyor. giyotinle başı kesilenin başı
bedeninden ayrıldıktan sonra gözlerinin görmesi, beyninin bunu kaydetmesi
gibi... neyse, uzatmayayım... senin deyişinle bu da “derin” bir
mevzu!.. taksim’e eskiden çalıştığın hastanene doğru yola çıktın. ben
eve geldim. sınıfımızın iletişim listesine “ölümünü ve cenaze”nin
haberini ilettim. kendi siteme senin iki fotoğrafını koydum. birkaç arkadaşa da
telefon ettim. saat 11.30’da ben de taksim’deydim. çok iyi anımsıyorum, zorunlu
şeyleri yapıyordum ama uyur gezer gibiydim... cihangir’de arkadaşlarla buluştuk. saat birbuçukta hastaneye gittik, büyük bir kalabalık vardı,
başhekimliğin önünde. herkes bir şeyler söyledi, bir deftere sana dair yazılar
yazıldı. çok güzel şeylerdi onlar. ben de yazdım:
oyun oynamayı, şaka yapmayı çok severdin!
tuhaf ve etkileyici bir vedalaşmaydı bütünü. “ışık
bahçeleri”nin sonunda mani’nin gidişinin anlatıldığı sahneye benziyordu. farklı
olarak herkes ağlıyordu. hastanenin kapısında her zaman duran tinerci sokak
çocukları bile bir tuhaf olmuşlardı. hepsi senin arkadaşındı. onlar için taa
1982’de şu dizeleri yazmıştın, başlık koymadığın bir şiirinde:[1]
taksimde bir kulübe
puslu bir sabah başladı;
kimisi sık, kimisi olduğu gibi
bu kaygılardan uzak
kiminin ayağı diğerinin
yalnız içlerinden ikisi
- - - - - - - - - - - -
oturmuş koltuğa
boş verip bu tabloya
belli ki onlar hep biliyorlar ve tanıyorlardı, yıllardır
onları, insanların hâllerini ve o hâlleri anlayanları. sonra saat 16’da fatih camisinde toplandık. inançlı bir
insandın, cenaze namazı kılınıp duan yapıldıktan sonra topkapı mezarlığında
şimdi yattığın annesinin yanına seni “kara toprağa bıraktık” sonra o gece “içtim” aklımda anı defterine yazdığım ve
yapamadıklarım, gözlerimde yaş. birkaç gün sonra senin için bir yazı
yazdım. “ölüme karşıdan bakmak” dedim başlığına. bianet’te yayınlandı. sonra kendi siteme senin için de bir sayfa yaptım. içine
seninle ilgili elimde ne varsa onları, senin için yazılanları koydum. sonra
eşin melek senin şiirlerini getirdi bir gün. onlardan da bir pdf şiir
kitabı yaptım. ayrı bir bloğa da o şiirlerden bazılarını koydum. 12.2.1986’da yazdığın “yaşamak nedir ki dostlar”
şiirinin sonunu şöyle bağlamıştın, sanki bu olacakları bilir gibi. kim bilir
belki de gerçekten biliyordun. bilinir mi gerçekten sevgili ahmet ne dersin?
yasamak nedir ki dostlar?
belki de bu yüzden hâlâ bana varmışsın gibi geliyor. bir
şekilde “yaşıyorsun”, şiirde dediğin gibi. eskiden de arada görüşmediğimiz
zamanlar olurdu. bu geçen 10 yılı da öyle sayıyorum. sen bir yerlerdesin, günün
birinde yine çıkıp geleceksin, ya da ben sana geleceğim. böyle hissediyorum. bir yıl sonra mezarının başında oturdum bir daha konuştum seninle.
senden bir yanıt gelmiyordu ama ben duyuyordum seni. duyduğumu sanıyordum en
azından. kötü, korkunç, sıkıntılı yerlere gidecek olduğunda, ya da
aklına geldiğinde beni de beraber götürmek istediğinden söz ederdin. ben de
geleceğim seninle derdim. şimdi gittiğin yere de çok geçmeden ardından
geleceğimi düşünürüm hep ama o “çok”un ne kadar bir süre olduğunu bilmiyorum.
bana “hemen”miş gibi gelmişti ama baksana “on” yıl geçmiş.
seninle ilk tanışmamız fakültenin 2. sınıfında olmuştu. 1975
yılı. neredeyse 40 yıl olacak yani. yaklaşık herkes seni tanır bilirdi. ben de
o herkesten birisi olarak tanıdım. sonra neden bilmem çok yakın arkadaş olduk.
bir şeyler vardı ve bağladı bizi, 30 yıla yakın arkadaşlık ettik seninle.
hayatta güzel olan neler yaptıksa beraber yaptık. ben ortopedist olacaktım, sen
oldun. sen yazmaya çizmeye, konuşmaya söylemeye meraklıydın, onları da ben
yaptım. benim kardeşim, yoldaşım, belki de “tek” dostumdun. ben sana senin bana
olduğun kadar dost olabildim mi bilmiyorum. yine kimseler bilmez, yokluğun o
yüzden çok koydu. geçen on yılda dünya güneşin etrafında 10 kez döndü. dünya
bir yerden başka bir yere gitti. küreselleşme her şeyi, sahip çıktığımız tüm
değerleri sildi süpürdü, önünden geçen tinerci çocukları bile tanıdığın,
onların seni bildiği hastanen artık hastane değil. boşaltıldı. ben dayanamadım
kaçtım istanbul’dan, bir dolu şey oldu yaşadık. oğlun üniversiteye gidiyor. tıpkısının aynısı sensin sanki. “ışık bahçeleri”nde şöyle bir bölüm vardı, ışık ve
karanlığa dair: “... ilk başta evrende
birbirinden ayrı iki dünya vardı: aydınlığın dünyasıyla, karanlığın dünyası.
arzu edilebilecek her şey ışık bahçeleri’ndeydi, karanlıklar ise arzunun
yurduydu, kudretli, görkemli, kükreyen bir arzunun. ve birdenbire iki dünya çarpıştı,
evrenin görüp görebileceği en şiddetli, en korkunç çarpışma oldu bu. böylece
ışık zerrecikleri bin bir şekle bürünerek karanlığa karıştı, bütün yaratıklar,
kutsal varlıklar, sular, doğa ve insan böyle doğdu...”
sen o ışık ve karanlığı 47 yıl hakkıyla yaşadın. o yüzden
şimdi gittiğin yerin “ışık bahçeleri” olduğundan eminim. o yüzden de
çağırıyorsun sevdiklerini. “işte bu uzun gecelerin birinde
yitip gideceğim / kısa yaz gecelerinin birinde yeniden geleceğim...”
demiştin, dediğinin tersini yaptın. kısa bir gecede yitip gittin, belki gelişin de tersi olur, uzun gecelerden birisinde çıkar gelirsin..
ya da dediğini yapan bir başkası çıkıp gelir yanına; belki çok istediğin ben.
30 haziran
2014
[1] 5 ekim 1982 |
önceki yazılar:
haberler:
Bu sayfa en son 07.08.2014 tarihinde güncelleştirilmiştir. |