benimkini tren getirmedi; hayat getirdi. ortasını çoktan geçtiğim uzun yolculuğumda... “hikâye ayağa gelir mi” demeyin... gelir!
sanırım aşağıda okuyacağınız hikâyenin bütünü, dışarı çıkınca kapımın önünde açan gül ağacından ‘beni devşir’ diyen bir gül goncasını kesip, sonra da verecek güzel bir kız aradığım için ayağıma geldi. tıpkı ‘hayat’ gibi. hayat kim mi? bir bilsem!.. sadece var olduğunu hissediyorum. hep 20 yaşında, hep bana bakıp gülen bir kız... belki de bir kadın... benim olmasını ya da ona ait olmayı istediğim ama bunun da hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini bildiğim birisi. bir düş! yaşam gibi, ‘hayat’ gibi.
“sen güzel bir kız istedin; ben sana, sana benzeyen yaşı geçmiş bir adam getirdim” dedi hayat.... haklı güzel bir kız bulamadım. bekledim, aradım ama karşıma çıkmadı. itiraf edeyim ben de çok aramadım doğrusu. yalnızca geleni gözledim, gelecek olanı bekledim. çoktandır sait faik olmaya, onun gibi yaşamaya karar verdim. ‘olunur mu’ demeyin. kendiliğinden kuruluyor benzerlik. üstelik yalnız hayalde değil. gerçekte de, yaşarken de. tabi bu, bu aralar çok sait faik okuduğum için olabilir. belki başka birisini bu kadar çok okusaydım ona benzerdim. yine de doğru kişiymiş gibi geliyor, belki inanmayacaksınız ama benziyor pek çok yönümüz. en çok da ‘haytalığımız!’ dolanıyorum sokaklarda. onun gibi hayta! hattâ ‘haybeye’ desem daha doğru olur. size onun pek çok öyküsünden küçük alıntılar yaparak bu koşutlukları gösterebilir, savımı kanıtlayabilirim. o da benim gibi ‘haytalık yapmıyor, arıyordu’ bana göre.
benim o olmayan güzel kadını aradığım gibi o da hayatı, hayatın içindeki insanı, insanların arasında da kendisini arıyordu; tıpkı benim gibi. aslında yaptığımızın adı haytalık değil. ben de kendimi arıyorum hayatın içinde, tıpkı onun gibi, bulunca da yazıyorum, tıpkı onun gibi. farkımız onu milyonların tanıyor ve okuyor olması. beni ben bile tanımıyorum ki, onun gibi milyonlar arasın.
belki bir farkımız da onun gerçeği bulmuş olması, ama bulduğunu nasıl ortaya koyacağını bilememesiydi. onun yazdıklarının güzelliği de burada bulduğunu daha güzel ifade etmek için uğraşması. bilmiyorum en güzel ifadeyi buldu mu? sanırım o da bilmiyordu, onun için de son anına kadar yazdı. kendisine kanıtlamak için. benim gibi. insan yaşadığını yazdığı sırada görüyor, anlıyor daha bir. aleve değen parmağın, değdiği sırada değil de sonradan parmağında yangını hissetmesi gibi. dediğine göre yaşamının sonuna doğru bulur gibi olmuş, yaşamının sonu ve bulduğunu bilmese de. tanığımız da, kanıtımız da yok; belki de bulduğunu sanmış. hattâ böyle sandığını da yazmış, ara ara. yine biraz kendisi, biraz hikâyelerinin kahramanları üzerinden bulduklarını, demek istediklerini anlatmış. uzun hikâye. üstelik de henüz yazılmamış, birisinin yazmasını bekleyen bir hikâye...
bana gelince yaşarken kendimi buluyor muyum bilmiyorum; ama onun dediği gibi bir dolu hikâye bulduğum, en azından tanık olduğumu kesinlikle söyleyebilirim, yazılsa da yazılmasa da, düşlense de söylense de... trenler, otobüsler, tekerlekler, ayaklar, rastlantılar getiriyor hikâyeleriyle birlikte insanları, ya da beni onlara götürüyor. buluşuyoruz kısacası. siz ancak yazıldığında haberdar oluyorsunuz ama.
arayan buluyor, bakan görüyor, dili yeten anlatıyor.
bazısı yalnızca yaşıyor, yaşadığını gösteriyor. ben aracılık ediyorum, becerebildiğimce...
bodrum’un ana caddesinden aşağıya doğru iniyorum. turist kalabalığı az çok başlamış bu bahar da. havanın ısısını aldırmadan kendilerini kurguladıkları halde dolaşıyorlar. kolları bacakları çıplak. bedenleri çıplak ama yaşamları bir kara kutu; hikâyeleri ilk bakışta, dışarıdan baktığında hemen sezilmiyor, görülmüyor...
gençler az içlerinde. çoğu orta yaşlı avrupalı. şu sıralar fiyatlar düşük olduğu için yeğlemiş olmalılar buraları. belki de benim gibi, sakin halini seviyorlar buraların. her yerden çiçeklerin fışkırdığı, küreselleşmenin tüm kötülüklerinin henüz hepsini alıp götüremediği bin bir kokuyu sevdikleri, o kokular, o çiçekler onlara geçmişi, gençliklerini, gençliklerinde yaşadıklarının benzerlerini sunduğu için geliyor olmalılar.
bazılarının yanlarında yeni yetme çocuklar var. ergenliğini yaşayan ama kendilerini ‘kadın’ ve ‘erkek’ saymak isteyen çocuklar. onlar henüz gidenlerin, gidecek olanların farkında değiller, sadece gelecek olanın beklentisi, belki de umudu içindeler... yeni bir ‘aşk’, ucundan tutacak yeni bir ‘bağ’, hayallerine ulaştıracak yeni bir ‘köprü’ arıyorlar belki de. henüz boş sayfaların üstünde oturuyorlar. en üstte, en başta oldukları için de genel bir mutluluk hali egemen hepsine. ötekiler de mutlu ama onlarınkinin içinde hafif bir bozluk, bulanıklık var. hüzün diyorlar adına. o gençliğin ne yaparlarsa yapsınlar geri gelmeyeceğinin bilincinde olma hâlinin verdiği bir hüzün.
bir trenin, ya da duramayan bir taşıtın penceresinden bakar gibi onlara değmeden, bakıp yürüyorum aşağıya doğru. değmiyor muyum gerçekten? bilmiyorum. ama onlar değmediğinin farkındalar, ben ise belki bir süre sonra hissedeceğim değip değmediğimi.
mayısın ortasına gelsek de hâlâ baharın serinliği birazdan ısınacağını vaat ederek dolaşıyor tenimin çıplağında. benim de keyfim yerinde aslına bakarsanız. aklıma henüz verecek birisini bulamasam da o kopardığım gonca gül geliyor; burnuma tutuyorum, artık kokmuyor... geçmiş! yoksa burnum da mı hissedemiyor her şeyin kokusunu. özellikle de geçmişte çok farklı kokular saçanları. yoksa burun da mı unutuyor. kimse bunu araştırdı mı acaba? unutmak biraz da böyle bir şey olmasın. unutulanı algılayacak almaçların ölmesi olamaz mı acaba? beyindeki hücrelerden önce ölüyorlarsa onlar. dokunmayı ellerin unuttuğu gibi bir şey meselâ? deri ölünce sertleşmiyor mu? duyu almaçları o sertliğin çok altında kalmıyorlar mı? ya unutma böyle bir şeyse? kim diyebilir, kim bilebilir?
yabancı gençlerden birisine vermeyi aklımdan geçiriyorum, artık kokusunu alamadığım, ve anımsayamadığım o gonca gülü; dudağımın ucundaki yarım gülümsemeyle birlikte, çok şey anlatan ama anlaşılmayan.
ne yapardı acaba?
“hey genç bayan, güzel kız, bu gonca gülün kokusunu belki senin burnundaki almaçlar hissedebilirler, almaz mısın bunu benden?”
bir kahkaha atardı önce. muhtemelen. sonra ben de eşlik ederdim, mutlu olduklarını hisseder hissetmez. herhâlde ne kadar misafirperver olduğumuzu düşünürlerdi ilkin. hem de her an onları kazıklamak isteyen dükkân sahipleri, çalışanlarını hesaba katmadan. belki de başka şeyler, örneğin yeni aşklar, maceralar aklına gelirdi. umutlanırdı. ben de umutlanır mıydım acaba?
vermiyorum, veremiyorum. çünkü düşlediğim ‘güzel’ onların arasında yok. üstelik belki burnum birazdan duyabilir o goncanın derinlerdeki kokusunu. kalenin yanından geçip daha tenha olduğunu düşündüğüm mendireğin ucuna yürüyorum. oradaki çay bahçesi tahmin ettiğim gibi dolu değil. güneşin yönünü kestirip, boş masaların arkasındaki ahşap görüntülü bir plastik sandalyeye oturuyorum.
bahar güneşi ne güzel. işte hep bu sıcaklığı arıyorum tüm yaşamımda. yeşil sarı, bir örnek kıyafetli garsonlardan biri yanıma geliyor, ben daha ‘oh’ demeden. gülümsüyorum ona. anlamıyor neden güldüğümü. o da gülümsüyor. düşlediğim ‘güzel’ o da değil. gülmemin sebebi de onun güzelliği ya da hemen gelmesi değil. ona ezberletileni, ondan isteneni aynen yapmasındaki teslimiyet!
ama beni acıtan onu acıtmıyor, belli ki. yazık! aklıma gelenin ayrımında bile değil: özgürlük!.. ya da zorunluluk...
hâlbuki şöyle olsaydı bu sahne.
“oooo hüseyin amca epeydir görünmüyordun, hoş geldin, bir sorun yoktur umarım, nasılsın? bahar geldi ha? dedem gibi sen de sıcağı seviyorsun değil mi? bu kışı da atlattı dedem. ‘kışa kadar ölüm yok gari’ diyor. sen de öyle mi düşünüyorsun. yok yok sen gençsin ondan. daha çok var, kışları dert etmene. bu goncayı da yoksa bana mı getirdin. sen ne güzel bir adamsın be hüseyin amca. çıktığım oğlan bile bu kadar güzelini vermedi bana hiç!”
herhâlde başka bir dünya olurdu bu dünya.
gonca gülü masanın üzerine bırakıyorum ve bir bira ile patates kızartması söylüyorum her geldiğimde yaptığım gibi. yeşil sarı bir örnek kıyafet gidiyor içindekiyle birlikte. bir robot gibi. aldırmıyorum!
akşam, güneşin ılıklığı, göğün rengi, denizin hafif hafif sallanması, diğer masalarda oturan insanlar... birkaç ‘çift’! çiftler mi sahiden? belli olmuyor buradan, ellerindeki telefonlarla cebelleşiyorlar. yalnız ve uzakta görünüyorlar birbirlerinden, kendilerine benzer pek çoğu gibi. yeni hikâyelerime konu olacak, hayal edeceğim kimseler var mı aralarında diye süzüyorum, her birini teker, teker. oradaki çift gibi onların da çoğu ellerindeki büyük ekranlı telefonlara tabletlere eğilmiş. içinde yaşadıkları dünyayı görmüyorlar, uzaklardaki dünyalarda hayallerini arıyorlar, onlar da benim gibi. farkımız sadece mesafe. o da derecesi artan gözümden mi kaynaklanıyor acaba?
yok, biri var galiba. onlardan farklı, onlara benzemeyen biri!
bir an aynaya baktığımı düşünüyorum. bana mı benziyor ne? belki de ben ona benziyorumdur... başkalarının da bu benzerliğin farkında olup olmadığını anlamak için gözlerimle herkesi bir daha tarıyorum. kimse ne onun, ne de benim farkımda. tıpkı buranın, bu çay bahçesinin, burasının bodrum kalesi’nin dibi olduğunun farkında olmadıkları gibi. bahçenin masalarıyla yandaki belediye parkının kanepeleri arasında hem çay bahçesinde, hem parkta, ya da ne çay bahçesinde, ne parkta, tam arada oturmuş o adam da benim gibi sınırda belli ki? yaşamın sınırında...
bir bisiklet de var, hemen yanına koymuş. bisikletin önündeki selede de birkaç torba. daha önce rastladığım birisi değil. başındaki beyaz sporcu kepini ve tereğinin altındaki seyrek sakallarını fark ediyorum. hırpani değil ama, öyle bir izlenim vermeye çalışıyor sanki. gözleri de biraz buğulu baksa da sarhoş değil. oturduğu kanepede çay bardakları ve fincanlar var. birisi daha yarı. oradan çıkarıyorum. elinde de bir gitar var. biraz eskice. bir ‘gezgin şarkıcı’ diye düşünüyorum ama o yaşları çoktan geçmiş sanki. şenliklerde dolaşarak gitar çalan latin çalgıcılar gibi gitarın sapını, başının yanına doğru yukarıya doğru tutuyor. çalıyor aslında. elleri de gitarın gövdesinde değil sapına yakın yerlerde geziniyor. değişik bir tınısı var çıkan sesin. sanki gitara yeni başlamış birisi gibi çalıyor. elindeki gitar ama sesi de biraz uda, biraz da cümbüşe benziyor. ya telleri, ya akordu farklı düzenlenmiş. çalma şekli belki de, onu latinlere benzetmemin nedeni. çalıyor ve bir yandan da kısık bir sesle, sanki fısıldar gibi söylüyor. tanıdık bir şarkı bu. tam duyamıyorum. arada esen rüzgâr sesini öte tarafa götürüyor.
hikâyesini merak etmeyi bırakıyor, benzerliğimize takılıyorum.
“yapmayı hayal ettiğim şeyi yapan, yalınayak başı kabak yollara düşen birisi mi acaba?”
“yok!”
.....
“devamı için bana bir mesaj yollamanız yeterli...”
geri