yazı sızı

"yazı sızı"

"sızısız yazı olmuyor"

"duygular düşünceler birikince yazı ya da şiir oluyor. onlar birikince de bir yerlerde kaydı olun diye kitap oluyor..."

mustafa sütlaş
dereköy - 02 mart 2023, perşembe

sevgili murathan mungan’ın çağ geçitleri adlı şiir kitabından yola çıkarak yazdığım şiirlerden oluşan nazire’den sonra, her zaman olduğu gibi, şiir her aklıma düştüğünde bir yerlere bir şeyler karaladım. bunlar üzerinde zaman zaman çalışma fırsatı buldum. sonrasında kıvamını bulup olgunlaştığını düşündüğüm şiirlerin sayısı bir kitap oylumuna vardı. o zaman, şiirler üzerinde yeniden çalışmaya başladım. önce şiirlerdeki duygu ve düşünceleri yeniden gözden geçirdim, bazı şiirleri eledim, bazılarında değişiklikler yaptım ve sonunda bu kitapta yer alan şiirler belirlendi. yeni yılın ilk günlerinden başlayarak olabildiğince hızlı bir şekilde bu şiirleri sadece yazıldıkları zamana göre sıralayarak kitabın sayfa düzenlemesini de yaptım. bu şiirler, aslında onları hissedip düşündüğüm anları, o anlardaki ruh hâlimi de ortaya koyuyor. dolayısıyla bu kitabın en azından, benim son iki yıl içindeki kişisel tarihimin bir dışavurumu olduğu da söylenebilir. görüleceği üzere şiirlerin çoğu bir ‘acı ya da sızı’dan ilham alıyor, bu nedenle de kitabın adı da aynı adlı bir şiirin adı yani ‘yazı sızı’ oldu. kitabın son hâlini alma sürecinde değerlendirme, düşünce ve önerileriyle bana büyük destek olan sevgili rezan turhan ve cevat onursal’a değerli katkılarından dolayı çok teşekkür ediyorum. bir yapıt görücüye çıktığı andan itibaren onu yaratandan özgürleşmiş olur, kendi varlığını artık kendi ortaya koyar ve yolunu da kendisi çizer. bana ve benim kendi yolculuğuma tanıklık eden bu şiirlerin sizin yolculuklarınıza da yoldaş olmasını diliyorum. keyifli okumalar...

 

  künye:
yazı sızı; şiir; kendi yayını, 80 sayfa

  geri

 


 

 

valiz içinde yaşamak

"valiz içinde yaşamak / bir münzevinin güncesinden bir mültecinin güncesine"

""hayat okulu"nda öğrenmek ve paylaşmak "

"benim, bizim, hepimizin yaşadığımız hayatın okullarında öğrendiklerimizi birleştirebilsek, sevgili şehbal'in yaptıklarını yapabilsek ve onları çoğaltıp yayabilsek keşke... bunun mümkün olmadığını söylemeyin, biliyorum. ama bir yerden başlanabileceğini de..."

  "benim üniversitelerim" üzerine değerlendirmemi okuyanlar görmüştür, "hayat okulu"nda öğrendiklerimizi formel eğitim alırken öğrendiklerimiz kadar, hattâ daha fazla önemsiyorum.
kendi yaşamıma baktığımda, tıpta uzmanlık eğitimini de dahil edersem 21 yıllık formel eğitim yaşamım olmuş. o sırada öğrendiklerimden daha çoğunu yine tıp alanında, hekimlik mesleğini uygularken hastalarımdan, birlikte çalıştığım arkadaşlarımdan, hem de bu sırada ziyaret ettiğim, gezdiğim gördüğüm sağlık kurumlarından öğrendiğimi söyleyebilirim.
bunların yanında mesleğimle doğrudan ilgili olmayan konularda da yine hayatın içinde pek çok hayat okulu ya da "kendi üniversitelerim"i bitirdiğimi düşünüyorum.
bu okulların içinde öncelikle her türden örgütlenme var: meslek örgütleri, hak temelli sivil toplum birliktelikleri, çeşitli nedenlerle bulaşıp, sonrasında severek sürdürdüğüm gazetecilik, radyoculuk gibi iletişim ve eğitim alanları başta olmak üzere farklı konulardaki çalışmalarım, ayrıca yaşamım boyunca hemen her zaman bir şekilde yolunu bulup sürdürüğüm, insanı insan kılan sanat ve kültürel alanlarındaki faaliyetlerim, bana pek çok şey öğreten diğer "hayat okul"larımdı.
kuşkusuz bunlar hemen herkesin yaşamları boyunca gerçekleştirdikleri işlerden sayılır, dolayısıyla bunlara benzer işlerle uğraşan hemen herkesin bu okullardan mezun olduğunu da kabul etmek gerekir. ancak pek azımız gorki gibi bunları başkalarına anlatarak görünür hâle getirip paylaşıyor, böylelikle de bir farkındalığı sağlıyoruz. onun için gorki'nin üniversiteri, "benim", "sizin" hepimizin üniversiteleri ve buralarda öğrendiklerimiz çok önemli ve sürekli zikredilmesi, işaret edilmesi gerekli. bu nedenle o ve benzerlerinin yaptıklarını da her zaman görünür kılmaya çalışıyorum, çünkü benim öğrendiklerimi başkalarının da öğrenmelerini istiyorum. bu ta çocukluktan gelen bir alışkanlık, hattâ değişmez bir ödev benim için.

doğa, insanlar, kurumlar, olaylar ve meraklarımız
bu öğrenme süreçlerini o üniversitelerin "öğreticileri"ne göre gruplayarak şöyle ortaya koyabilirim:
onların en başında aile bireyleri, yakınlar, akrabalar, komşular, insanın çevresinde bulunan tüm insanlar, özellikle de arkadaşlar ve dostlar var. burada yalnızca kendimizden büyük olanlardan ya da akranlarımızdan öğrenmiyoruz, küçükler ve çocuklardan da bir çok şey öğreniyoruz.
yalnız insanlar mı? hayır tüm canlılar ve cansızlar, yani doğa da bunlara dahil. bu yüzden "bana bir kelime öğretenin kırk yıl kölesi olurum" sözünün benimsendiği bir kültürde yaşayan bir insan olarak bu "üniversite"ler benim için çok değerli ve hayat boyu süren birer okul olduğunu yadsımam olanaksız.
hayatın içindeki öğreticilerin ikinci grubunu da "kurumlar, örgütler, resmi ya da gayri resmi yapılar" oluşturuyor. bu yapıların içindeki herkesle birlikte bizatihi kurumların kendisi de alışıldık uygulamalarıyla, yaptıkları, yapmadıkları ve yapamadıklarıyla herkes için birer "okul"dur. kuşkusuz bunların başında da "devlet" ve onun içinde yer alan "aile kurumu"nu saymak gerekir. kanımca hepimiz bu kurumların öğrettikleri sayesinde âdeta bir "tornadan" geçiriliyor, böylelikle yaşam boyu şekillendiriliyoruz.
burada bir noktanın altını çizmek gerekir: "insan yalnız doğrulardan öğrenmez, ondan çok daha fazlasını yanlışlardan, haksızlıklardan, istenilmeyen karşılaşmalardan, hattâ maruziyetlerden ve mağduriyetlerden de öğrenir. bu kurumların öğrettiklerinin her iki unsuru da çok iyi öğretici olduğu için çok önemli bence. örneğin çaresizlikleri ve tükenme hâllerini en çok bu yapılardan öğreniriz. genellikle de bu öğrendiklerimiz, bizi, yaşamlarımızı değiştirmek zorunda bırakır.
üçüncü gruptaki öğreticiler ise "karşılaştığımız, yaşadığımız, her türden olaylar ve olgular"dır. gerçekleşmesi bize bağlı olanlardan daha çoğu da tesadüfen ve istem dışı yaşanan olaylar ve onların yarattığı durumlardır.
bu durumlardan başında da yaptığımız "yolculuklar" vardır. istemli ya da zorunlu, tekil ya da çoğul olma hâline bağlı olarak bunlar diğerlerinden çok daha komplike ve çok yönlü öğreticilerdir. daha üst düzey bir okul olan her türden "yolculuk"lar dahil bu okullar, insanların ölene kadar yaşadığından öğrenen herkes için süren bir öğrenme odağıdır.
bunlara bir dördüncüsünü de eklemek gerekir: o da insanın kendi merakı ve aktif çabasıyla, emek harcayarak yaşadığı çeşitli unsurlardan öğrendiklerinden oluşur. bunun için gerçekten özel bir çaba ve emek harcamak gerekir. çoğu zaman da bedeli de etkisi de öncekilerden çok daha büyük olur.
örneğin bir kumsalda denizin suyunun kumsalın kumuyla oynaşmasından ya da bir kediyle bir kuşun birbirleriyle kurdukları ilişkiden öğrenilecek pek çok şey, çıkarılacak pek çok ders bunlara iki küçük ve basit örnektir. görür, dikkât eder, inceler ve anlarsanız öğrenirsiniz. bu bilgileri ancak uğraşarak elde edebilirsiniz ve öğrenme biçiminden kaynaklı olarak da yaşam boyu asla unutmazsınız.

kısacası gorki'nin bitirdiği üniversitelerin hemen hepsinden herkes yararlanır ama buna karşın hiç kimse mezun olamaz. çünkü onlar yaşam boyu süren okullardır, kimseyi mezun etmezler, diploma falan da vermezler. dinamik ve akan bir hâldeki yaşamın bilgisidir onlar. her birimiz de varoluşumuzu aslında onlara borçlu oluruz.

"valiz içinde yaşamak" ne demek ve nasıl olur?
bu konular üzerinde bu kadar derin düşünmemi, gorki'nin kitabıyla eş zamanlı okuduğum bir başka kitap sağladı: sevgili arkadaşım şehbal şenyurt arınlı'nın yazdığı "valiz içinde yaşamak / bir münzevinin güncesinden bir mültecinin güncesine" adlı anı / anlatı kitabı.
sevgili arkadaşım beş yıl önce, çok sevdiği ülkesini, evini, yaşamını terk ederek yurt dışına çıkmak, almanya'da yaşamak zorunda kaldı. her zaman olduğu gibi orada da üretmeye ve birileri için bir şeyler yapmaya devam ediyor. bu arada yazıyor, yazdıklarını da yayınlıyor. söz ettiğim kitabında da, daha önce yayınlanan ve macar yazar terezia mora ile yaptıkları yazışmalardan doğan ve alman pen'i tarafından iki dilli olarak basılan "zwei autorinnen im transit / ein dialog" kitabında yazdıklarına devam ediyor. bu kitap da yine iki dilli olarak ve yine alman pen'i tarafından basıldı.
sevgili şehbal de tıpkı gorki gibi "valiz içinde yaşamak"ta kendi üniversitelerinden söz ediyor, almanya'daki macerasını bir bölümünü otobiyografik bir roman gibi bizlere anlatıyor. anlatırken de bir çok şey öğretiyor.
aslında gorki'nin ya da gerçek adıyla aleksey maksimoviç peşkov'un "benim üniversitelerim"e başka açılardan da benziyor sevgili şehbal'in bu kitapta anlattığı yaşamı.
bir ütopyayı değil, yer yüzünde başka örnekleri de olan, yani mümkün olan bir gerçekliği inşa etmeye çalışırken, değişmez öğreticilerden "devlet"in yarattığı bir "durum" sonucu, kendi ortam ve çevresinden uzaklara doğru bir yolculuğa çıkmak zorunda kalan sevgili şehbal, öğrendiklerinin ve yaşadıklarını bir tür günlük biçiminde, içinde ve dışında olan biteni, ve bu sırada üretilen pek çok hayat bilgisini bizlere sunuyor, paylaşıyor. metnin içinde söz ettiği konular çok önemli, yer yer öznelliklerini de katarak ama çoğunlukla bir maruziyeti hâlini okuyana somut olarak gösterecek şekide sırayla anlatıyor. küçük ya da büyük yaşadıkları ve karşılaştıklarından kendi öğrendiklerini bize aktarıyor ve öğrenmemizi sağlamanın ötesinde bir tür kılavuz da oluyor:

   
"antre küçük, kare. bütün kapılar buraya açılıyor. dairenin giriş kapısı -sağdan sola- banyo, tuvalet, murfak, yatak odası, salon, çalışma odası. tekrar giriş kapısı.
kokuyor.
ıssızlık kokuyor.
ekşi ekşi.
burası sürgün yazarlar için yaratılmış geçici, kutsanası bir sığınak.
burada yaşanmış tutunma çabaları kokuyor, kan ter içinden, ter içinde yeniden doğma çabaları kokuyor. sığınma hâlleri kokuyor.
ekşi. kekremsi. yüzümüzü kuruladığınız havlu günlerce güneş görmeyen yerde kalır da küfle karışık kir, ter kokar hani. işte öyle." (s:27)

onun bu güncesindeki yer alan bilgiler dediğim gibi çok önemli. ancak başa geldiğinde fark edilecek, algılanacak, öğrenilecek, kavranılacak durumlar. hiç kimse geride sevdiklerini bırakıp bu tür zorunlu yolculuklara çıkmamalı. ama ne yazık ki küreselleşmiş dünyada kurulan yeni dünya düzeni bir çok insanı buna maruz kılıyor. herbirimiz bir gün böyle bir zorunlulukla karşılaşma potansiyeline sahibiz. onun için bu tür paylaşımlar herkes için çok daha önemli. anlatılanları okuyarak ve hissederek düşünmekle, birden bire maruz kalmak arasındaki farklar büyük ve daha acıtıcı.

   
"uzun uzun bir kez daha anlatıyorsun camın nasıl kırıldığını; onu, zorlu bir konudaki yazma sürecinde yoğunlaşmasını bozarak rahatsız etmek istemediğin.
...
seni boğan notlardaki 'şiddet kullandığın' imâsı. hele hele 'yalan söyleyebilmiş olabileceğin' imâsı. şiddet ve sen! yalan, kaytarma ve sen! bütün ömrün boyunca mücadele ettiğin bir hâli, bir cam kapıda yaşamış olabileceğine dair oluşturduğun kuşku! yok olmak istiyorsun! yok olmak!" (s:65-76)

bu tür durumlarda insanlar yaşamda kalmaya uğraşırken, yaşayabilmek için yeni bir şeyler öğrenirken, birden yok olmayı düşünmek, yok edilmekten kurtulmaya çalışırken bunu sana, kendi içinde yaşartan birileriyle birlikte varolmak zorunda kalmak... sonrasında ortaya çıkan kaçıp gitme hattâ kaybolma, yok olma arzusu..
işte bunlar hayat okulunda karşılaşacak olayların belki de en önemsizlerinden, ama yaşarken en çok acıtanlarından birisi. elbette, illâ onun yaşadığı gibi gerçekleşmesi gerekmez. ama bunun da yaşanabileceğini öğrenmek akılda tutmak her zaman gereklidir. bir anda öyle bir ışık oluşturur ve bu ışık çok işinize yarar. olduğun yere değil, dünyaya bağlı kalma isteğinin her zaman bir ışığa, bir desteğe, bir rehbere ihtiyacı vardır. o rehber, o kılavuz ise bu küçük dünyanın içinde herhangi bir yerindedir. insan herkesten bir şeyler öğrenir. insan insanın kurdu ama aynı zamanda da öğretmenidir. kitaplar ise hayatın insana kendi okulunda öğretmesinden önceki fırsatlar ve imkânları sunar... hem de her zaman... bir şekilde öğreniliyor işte... sevgili şehbal aracılık ediyor ve hayat sürüyor...
öyle ya da böyle...

   
"burada kapılar ahşap. evin hiçbir lüksü yok, her şey ihtiyaç kadar, huzurlu. büyük savaşlar görmüş, büyük acılar görmüş, kendini tekrar yoktan var etmiş; bu acıları düşmanına benzemek yerine evrensel değerlere dönüştürmüş bir ülkenin bir kurumunun kucaklayıcı huzuru. hayattan yana; hayata, çeşitliliğe soluk veren; aykırılığı dinleyen, anlamaya çalışan... varsa kendisine bir faydası, aykırılığa hak veren; yoksa görmezden gelen. tamam! şiddetle, vahşetle, yalanla, talanla yok etmeye çalışmıyorya..." (s:71)

anlaşılıyor sanırım neleri öğrenmemiz gerektiği... maruz kalınan hâllerin karşılıklarının neler olduğu... o hâllere maruz kalmakla, birilerini o hâllere maruz bırakmak arasındakl farkların büyüklüğü... yaptıklarımızın, yapmadıklarımızın, yaşamların, konumların, durumların arasındaki farklar, farklılıklar!

dilsizlik, sessizlik ve anlatma çabası
yarısı almanca olan 233 sayfalık kitapta başka dersler de var: meselâ yeni bir dilin nasıl öğrenileceği, hem de hangi saikle, hangi amaçla öğrenmek, hem de iyi öğrenmek isteneceği...
ya da birbirlerinin dillerini bilmeyen iki insanın sessizce ve tek söz etmeden sadece benzer şeyleri hissedecek şekilde ve salt sessizlikle birbirlerine bakarak, belki de sadece gülümseyerek, nasıl iletişim kurabileceği...
tanımadığın birinden bir hediye almanın yarattığı duyguların kaç çeşit olabileceği, bunun insan yaşamındaki karşılığının aslında ne kadar büyük olabileceği belki de...
küçük bir çocukla anlaştığın zaman çocuğun senin dilinde konuştuğunu sanmasının yarattığı heyecan ve şevkin insanı yaşama nasıl bağlayacağı... meselâ...
ve tabii ki tüm bunların aslında bir "valizin içinde yaşarken" gerçekleşebileceği...
okurken. o sıkışmışlık hâli kitabın bütününde sizi yaprakları arasına sokarak hissettiriyor. farklarından birisi de bu aslında... hissetmek yani...
onun hayat okulunda öğrendiklerine bakarak ve en azından benzer başka yolculuklara çıkanların yaşama iki sıfır yenik başlamayacağının garantisi olabilecğini görüyorsunuz kitabı okurken... hem de bir anda.
benim, bizim, hepimizin yaşadığımız hayatın okullarında öğrendiklerimizi birleştirebilsek, sevgili şehbal'in yaptıklarını yapabilsek ve onları çoğaltıp yayabilsek keşke... bunun mümkün olmadığını söylemeyin, biliyorum. ama bir yerden başlanabileceğini de...
önemli olan sanırım içini açma cesaretine kavuşabilmek. hem de en zor zamamlarda... tıpkı şimdi olduğu gibi... üstelik kendiniz için değil, başkalarının sizden daha iyi ve bilerek başlaması için. bu çok daha önemli...
sevgili şehbal'in kitabında dikkât çektiği noktalar, duygularını da içten ve açık biçimde ifade etmesi, insanın hâllerini irdeleyip tartışması ve yer yer de özeleştirilerini dile getirmesi, ama bunları yaparken hep bir ötekilik / farklılık hâliyle bunları kaleme almış olması da çok değerli ve işlevsel.
dediğim gibi bu bir dizi olmalı belki de... sevgili şehbal de devamını yazmalı. benzer konumda olan herkes de yazmalı ve paylaşmalı...
böylelikle tam da böyle bir yerden hayata yeni bir pencere açılması bana iyi geldi. sanırım yazacak ve okuyacak olan herkese çok hoş ve iyi gelecektir.
avrupa ve dümya ölçeğinde hâlâ korumaya çalıştığımız kimi değerlerin yeniden sorgulanması açısından bir başlangıç ve örnek oluşturabilecek bu yapıta internet üzerinden ulaşmak ve edinmenin de mümkün olması çok güzel.
eğer alır ve okursanız bir kılavuza sahip olduğunuzu unutmayın...
tabii paylaşmayı da! her anlamda...

6 ekim 2022

  künye:
valiz içinde yaşamak; anı/anlatı;
şehbal şenyurt arınlı; almancaya çevirenler: sabine adatepe, mehmet hulki demirel, monika demirel
achendorf verlag, pen-deuch, 978-3-402-24737-2; 2022.01-hamburg-almanya;

  geri

 


 

 

miras

"miras: bir hesaplaşmanın romanı"

"acı çekerek iyi biri olunamaz"

"acıyı işe yarar kılmak büyük uğraş gerektirir, özellikle de acı çeken kişi için"

 

vigdis hjorth 1959 doğumlu bir norveçli kadın yazar. oldukça da üretken ve kendi ülkesinde iyi bilinen tanınmış ve başarılı bir edebiyatçı.
kitap dört çocuklu bir ailenin uzun bir dönemdeki yaşantılarından kesitler sunuyor. en büyük kız çocuğunun başından geçen bir ensest olayı üzerine aile içinde yaşanan ya da yaşanamayan bir yüzleşme ve hesaplaşma olarak kurgulanmış. karakterlerin çalışma alanlarının edebiyat ve yazıyla ilgili olması da ayrıca iyi geliyor okurken. güzel ama böyle bir olgunun insanın yaşamındaki etkilerini tüm tarafları ve boyutlarıyla ortaya koyuyor olması çok önemli.
episodik-parçalı ve gidiş gelişlerle yazılmış, akıcı bir roman. gerçekliğe dair ipuçları 309 sayfalık metnin içinde bölüm bölüm serpiştirilmiş. bölümlerin bazıları 1-2 satır. bazıları kısa birer paragraf. sanki arada duran bir bilincin akışı gibi. başka bir deyişle aralarda büyük boşluklar var. bunlar okur için hem bir soluklanma hem de anlatılanlar üzerinde düşünmek için bir fırsat sağlıyor. son dönemde okuduğum sıkı romanlardan birisi olduğunu söyleyebilirim. ingilizce'ye çevrilmiş yapıtları fazla değil. ama kendi dilince çok sayıda yapıta imza atmış. norveççe yapıtların çevrilmesi konusunda destek sağlayan norla tarafından desteklenerek dilek başak tarafından çevrilip, siren yayınları tarafından mart 2021'de yayınlanan yapıt, edebiyat ortamlarında da gündem olmuştu. ilk kez bir kitabını okuduğum yazarın diğer yapıtları da çevrilmeli ve okurla buluşmalı diye düşünüyorum. okurken en azından düşünme biçimi ve anlatım şekli per peettersen'in yapıtlarını aklıma getirdi. acaba edebiyatta bir "norveç tarzı mı var" dedim.

25 eylül 2022

  künye:
miras; roman; vigdis hjorth; dilek başak;
siren yayınları, 978-605-5903-88-6, 4. baskı; ekim 2021-istanbul;

  geri

 


 

 

benim üniversitelerim

ana

"maksim gorki'nin ölümsüz yapıtları: ana, benim üniversitelerim"

"propaganda mı kurgu mu?"

"gorki bu kitaplarda sistemli, örgütlenmiş bir kuram ya da düşünceden daha çok, yaşamdan çıkarılan kimi sonuçları ortaya koymakta, içten ve duyarlı bir insanın kendisini içinde bulunduğu konum nedeniyle elinden geleni yapması gerektiği şeklindeki bir düşüncenin hem kaynaklarını hem de somut yaşama yansımasını önceleyen bir üretimi benimsemektedir. "

  sevgili hilmi uygun'un bu seçimi nedeniyle yıllar sonra bu iki kitabı yeniden okuma fırsatına sahip oldum.

“örnek” militan olmanın gereklerinin ne olduğuna dair bazı tespitlerimin kaynağı olması ve genel olarak ne anlattığı, neye dair olduğunun dışında aklımda kalan bölük pörçük şeylerdi. ancak böyle bir kitapta fark edilen ve öğrenilen politik duruş ve inanca dair saptamalar ve örnek almalar bile insan yaşamını belirleyen kuralları oluşturmaya yetebiliyor. örneğin benim üniversitelerim'de söylenmeye çalışılan “hayatın da bir okul” hattâ bir “üniversite” olduğu gerçeği bugün bile yeri geldiğinde savunduğum düşüncelerden birisidir. dolayısıyla bu iki romanın, benim gibi pek çok insanın yaşamında derin ve kalıcı izler bıraktığına eminim. edebiyatla daha yakın olduğum bu dönemde ve edebiyat kuramının kimi kurallarını bilerek değerlendirdiğim zaman da aslında her iki yapıtın da birer “kült” yapıt olduğu düşüncesinde olduğumu belirtmeliyim. evet “ana” bir politik, hattâ “propagandif”, hattâ bir anlamda “ajitprop” bir metindir. gerek doğrudan anlattığı olaylar, gerekse aralara serpiştirilmiş düşünce ve çözümlemeler bu şekilde okunabilir. dahası bunlardan birer ders çıkararak yaşam için belirleyici bir kural oluşturmak da mümkündür. bu açıdan bir kuramsal, öğretici bir kitap sayılabilir. ama gorki'nin yapıtlarına ve yaşamına bütüncül bir şekilde bakılınca, bunların “propagandif” yanının ait olduğu, benimsediği ideolojik yapının bir üyesine dikte ettirilmiş metinler olmadığı çıkarsaması da kolaylıkla yapılacaktır. çeşitli kaynaklarda yer alan gorki'ye dair eleştiriler, özellikle de yaşam hikâyesindeki kimi ayrıntılar, bunların bu tür bir “emirle yazdırılmış” politik metinler olmadığımı somut olarak ortaya koymaktadır.
peki o zaman bu kadar politik sonuç ve çıkarsamaların olduğu, övgü ve yüceltmelerin olduğu bir yapıtı nasıl ve hangi ölçütlere göre değerlendireceğiz? işte bence dikkât edilmesi gereken asıl nokta da burasıdır. gorki bu kitaplarda sistemli, örgütlenmiş bir kuram ya da düşünceden daha çok, yaşamdan çıkarılan kimi sonuçları ortaya koymakta, içten ve duyarlı bir insanın kendisini içinde bulunduğu konum nedeniyle elinden geleni yapması gerektiği şeklindeki bir düşüncenin hem kaynaklarını hem de somut yaşama yansımasını önceleyen bir üretimi benimsemektedir. belki de bu, bir tür borç ödemesidir. çünkü bu mücadele sırasında gözlenen kimi olaylar ve bu insanların gerektiğinde ölümü, hapsi ve sürgünü göze alarak verdikleri mücadeleye olan saygı ve onun olumlanması bence böyle yapıtların üretilmesiyle sonuçlanmıştır. dahası aslında yazar da kendi kişisel yaşamında bunların kimini tıpkı onlar gibi yapmış, onlar gibi davranmış ve bazı önemli işler gerçekleştirmiştir. özellikle “biyografik kurgu” metin olarak değerlendirilen üçlemenin son halkası olan “benim üniversitelerim” bu nitelikte bir yapıttır. yazarın yaşamındaki pek çok unsur bu yapıtta yer almış, üstelik kimi yanları “abartılı” olacağı gerekçesiyle gözardı edilerek kurgusal hâle getirilmiştir.
burada bazı biçimsel özelliklerin, bilinçli olarak ve istenilen etkiyi sağlamak üzere yeğlendiği gerçeği belki de bu metinlerin “progandif” metinler olarak adlandırılmasına neden olmuş olabilir. ancak burada da bir yönlendirme ve propagandadan daha çok, amlatılmak istenenin doğru anlaşılması ve algılanması, ayrıntıların bütünü gözden kaçırmaması, içeriğin dağılmaması, farklı kanallardan akan küçük dereciklerin birleşip bir çayı, hattâ bir nehri oluşturması gibi birleştirilmesinin öncelenmesi nedeniyle böyle kaleme alındığı söylenebilir. episodik anlatım, uzun betimelemer yerine diyalogların ve olan bitene dair özetlemelerin gündeme getirilmesi, çatışma anları ve yerlerinde gündelik yaşamdaki gerçekliğe uygun biçimde olayların hızlıca ve akıcı olarak sıralanması, ideoloji ve zorunluluklar kadar duyguların da olabildiğince dile getirilmesi, kahramanların çoğunun bir okuldan mezun, bir statüsü olan insanlardan değil, toplumsal yapıda yer alan sıradan hattâ en alt kesimlerde bulunan insanlardan seçilmesi, bunların yaşamın içindeki kimi sorunlara sahip olmaları, merak unsurunun yerinde ve akışı sağlayacak şekilde oluşturulması, ortam ve mekâna dair kimi ayrıntıların yalnızca ortaya konulmak istenen âna, amaca ve asıl meseleye olan katkıleri itibariyle dile getirilmesi, mücadelenin iki tarafında yer alan insanların belirgin özelliklerinin öncelikli ve başat bir şekilde sergilenmesi, yaşamın kimi önemli unsurlarının birer turnusol kağıdı uygulanmış gibi, en belirleyici nitelikleriyle ortaya konulması, özellikle de “kadın”ların belirleyiciliği, kural ve emirlerden daha çok kişisel duyarlıkları ile davrandıklarının gösterilmesi vb. anlatım özellikleri bu yapıtları bana göre her zaman okunabileceki hatta okunması gereken yapıtlar olmasını sağlıyor.
tüm bunları göz önüne alınca “ana” romanının bir dönemin sıradan insanları tarafından sürdürülen bir mücadelenin süreç ve sonucunu ortaya koyan klasikleşmiş bir büyük yapıt olduğunu söyleyebilirim. roman güzel ve insana iyi gelen hoş bir anlatımın yanında, ideolojik bir kuramın dile getirilmesinden daha çok o yapılana yönelik bir güzelleme olarak kabul edilebilir. dolayısıyla eskiden okuduğumuz bazı kahramanların yaşamlarını ortaya koyan ve sonunda bir sers çıkarmamızı sağlayan “klasik anlatı” özelliğini taşıyan romanların benzeridir, ana romanı. ancak pek çok öncülünden farkının da, cahil de olsa bu hikâyenin çok çekmiş ve duyarlı bir kadının hikâyesi üzerinden anlatılması ve daha çok da kadınları dile getirmesi ve onları yüceltmesi olduğu söylenebilir.
“benim üniversitelerim”e gelince kitabın üzerine yazdığım nottan yola çıkarak ağustos 1976'da almışım. o sırlarda okumuş olmalıyım ilk kez. tabii ki kitabın içinden tek bir cümleyi bile tam olarak anımsamıyordum. yalnız romanda anlatılan ve gorki'yi imleyen genç bir insanın yaşamdan neler öğrendiği ve bunun nasıl gerçekleştiğine dair bir bireysel gelişimine dair “gerçekçi” bir romanı olarak aklımda kalmıştı. yeniden okuduğumda da benzer şeyleri düşündüm. içindeki “sol” ve “demokratik düşünceler ve eylemlerle” tanışma, kadına dair algı ve cinselliğin şekillenmesi, gibi pek çok önemli ve insan yaşamına dair önemli unsurlar, akıcı ve objektif biçimde, episodik tarzda anlatılıyor. öncülü olan "çocukluğum" ve "ekmeğimi kazanırken"le birlikte bir üçlemenin son kitabı olan “benim üniveristelerim” kitabını oda yayınları tarafından yayınlanmış basılısını değil bu kez may yayınları tarafından hemen hemen aynı tarihte yapılmış basımının pdf'inden okudum. iki çeviri arasında dile dair bazı farklılıklar var. ama asıl ilginç olan belki aynı zamanda başka baskıları da olan bu kitabın da aynı zamanda farklı kişiler tarafından çevrilip basılmış olması. oysa kitap rusya'da ilk kez 1923 yılında yayınlanmış. yaklaşık 50 yıl sonra türkçe'de pek çok yayınevi tarafından eş zamanlı olarak çevirlmiş ve yayınlanmış olması, kitapların bir zamanı olduğuna dair düşünceyi kuvvetlendirdi bende. bu kitap da daha önce dediğim gibi hem gorki'yi hem de onun gibi bir devrim mücadelesi içinde yer alan bir kişinin dolayımında bu mücadeleyi anlama bakımından önemli bir yapıt. yazar romanda bir kahraman yaratmadan, kendi özgülü ve özelinde öğrendiklerini açıklıkla ve içtenlikle anlatmış ve dediğim gibi her zaman okunabilecek klasik bir eser ortaya koymuş..
her iki kitabın mos-film tarafından uyarlanan filmlerini de zledim. “ana” filmi daha çok bu kült metini sinemaya aktarmak yerine oradaki kimi unsurlardan yararlanarak propaganda filmi olarak çekilmiş. çok iyi bir rus yönetmen olan pudovkin'in bu filmde özellikle kalabalık ve halkın toplu mücadele sahnelerindeki muhteşem çekimlerinin akılda kalacağını, ve bu tür çekimlede bir standart oluşturuduğunu söyleyebilirim. “benim üniversitelerim” ise farklı bir yönetmen, mark donskoy tarafından sinemaya uyarlanmış, bu asıl metne daha saygılı davranmış ve gorki'ye benzer bir oyuncuyu da yeğleyerek onun politik gelişimini ve yaptıklarını çok güzel ortaya koymuş. bunu diğer filmden daha çok beğendim.
gümüşlük'teki buluşmalarımızın finalini böyle bir yazar ve kitapla yapmak da çok iyi geldi. dolayısıyla sevgili hilmi'ye bu seçim ve paylaşımları için çok teşekkür ediyorum.

24 eylül 2022

  künye:
ana; maksim gorki; çeviren: osman çakmakçı;
bordo-siyah yayınları, 978-605-354-183-17; 2003-istanbul;

benim üniversitelerim; maksim gorki; çeviren: süleyman nebioğlu;
may yayınları, roman dizisi: 43, 2. basım; şubat 1976.02-istanbul;

  geri

 


 

 

sağlık salgını

"yaşamanın ve sağlıklı olmanın bedeli büyük"

"yaşamak için de ölmek için de para harcıyoruz"

"tıbbileştirilen ölümün eziyetini reddetmekle kalmayıp aynı zamanda tıbbileştirilen bir hayatı kabuletmeyi de redddediyorum. kararlılığım yaşla beraber daha da artıyor."

 

barbara ehrenreich böyle söylüyor 2018'de abd'de, 2020'de de can yayınları tarafından türkiye'de yayınlanan "sağlık salgını / uzun yaşama sevdamız nelere mal oluyor" adlı kitabında.
aslında yazarın doğrudan kedisinden yola çıkarak sağlığı ve sağlıklılığı irdelediği bu küçük kitap, sağlıkla ilgili son dönemde moda olan ortodoks tıp ve piyalaşma olgusuna yönelik bir eleştiri metni olarak okunmalı.
yazarın feminist ve muhalif kimliğini bilenler covid19'un gündemimize getirdiği sağlık sorunlarını yaşarken bukitabı okudularsa, eminim söyledikleri çok dikkâtlerini çekmiştir
ehrenreich, özellikle de tıp otoriteleri ve uygulamalarına dair kuşkularını ve yeni bilgilerin elde ediliş ve uygulanmasına dair eleştirilerini göndeme getiriyor. yaşamın ve ölümün tıpsallaştırılması konu üzerine kafa yoran herkes gibi onun da önemli dertlerinden birisi. bu konudaki ezber bozan bazı çalışma ve saptamalardan yola çıkarak çok sayıda soruyu tartışmak üzere gündeme getiriyor kitabında ve kendi yanıtlarını ve farklı düşüncelerini de gerekçeleriyle ortaya koyuyor.
elbette söylediklerinin tümü üzerinde hemfikir olmak mümkün değil. ama özellikle ve öncelikle ele aldığı vücudun doğal savunma sisteminin bazı durumlarda vücudu savunmak yerine durumu daha da bozduğu yolundaki çeşitli çalışmalara yaptığı atıflar onu aklına gelen "acaba" sorusunu soranların sayılarını artırıyor. aynı biçimde bilimsel bilginin üretilmesi sürecindeki kimi yönelimler ve tercihlerin de sağlıkla ilgili konularda kamuoyu oluşumu ve uygulayıcıların yönelimini belirlemesinin yarattığı tehlikelere de dikkât çekiyor. kamudan, halktan ve toplumdan yana kimi örgütlerin sağlığa, sağlık kurumlarına ve gerçekleştirilen kimi uygulamalara sahip çıkıp savunurken bunları da göz önünde tutması için önemli bir zemin oluşturuyor. bu bağlamda yaşamı ve sağlığı yeniden düşünmenin doğru ve gerekli olduğunu ortaya koyuyor.
önceki yıl yayınladığım "toplumun sağlığı, hekimin hastalığı" kitabımda ele aldığım pek çok konunun böyle bir sağlık sosyoloğu ve araştırmacı tarafundan da konu edilmesini, kimi noktalarda farklı düşünsek de orada yazdıklarımı desteklenmesi olarak algıladım.
bu konularda daha çok düşünülüp daha çok yazılması gerekir. hem de sadece sağlık alanının profesyonelleri değil, aslında sağlık hizmetinden yararlananların bunları dile getirmesinin çok daha önemli olduğunu düşünüyorum.

   
eğer büyükanne ve büyükbabaların torunlarının ömrünü uzatmakta bir rolü olduğunu savunmuyorsanız, artık üreyemeyeceği için yaşlı bir insanın hayatta kalmasının evrimsel bir önemi yok. hatta darvin'ci bir bakış açısıyla ihtiyarları, gençlere gidecek kaynakları tüketmeden önce ortadan kaldırmak daha iyi bile olabilir. bu durumda yaşlılık hastalıklarının neredeyse iyilikseverlik yaptıkları bile söylenebilir. tıpkı programlı hücre ölümü apoptozun bedendeki hasarlı hücreleri tertemiz yok etmesi gibi yaşlılık hastalıkları da biyolojik olarak kullanışsız yaşlı insanların yükünü ortadan kaldırıyor. tek fark bunun pek temiz olmaması. bu perspektif yaşlanmakla ilgili baskın söylemin yaşlı nüfusun istenmeyen ekonomik etkilere yoğunlaştığı bir dönemde özellikle çekici gelebilir. eğer işi halledecek inflamatuar hastalıklar olmasaydı ötenaziye başvurmak zorunda kalabilirdik." (sayfa: 154)

künye:
sağlık salgını; deneme; barbara ehrenreich; çeviri: didem kızen; mundi kitap, 978-605-06953-0-4; haziran 2020, istanbul;

  geri

 


 

 

biamag-logo

pelin özer söyleşi "PELİN ÖZER İLE ŞİİR VE KİTAPLARI ÜZERİNE"

Şiirin sesi, dili ve anlattığı...

"Coşkuyu, aşkı, tutkuyu, tılsımı anlamlı sözcüklerle tarif etmeye kalktığımızda, ona akıl ve mantık kapısından baktığımızda sınırlandırmış ve sınırlandırılmış olmaz mıyız."

Mustafa Sütlaş
İstanbul - BİA Haber Merkezi
05 Şubat 2022, Cumartesi

 

gümüşlük akademisi'nin gönüllülerinden birisi olduktan sonra orada üretilen işlerden birisi de, 9 yıldır üç farklı merkezde, son iki yıldır da covid 19 nedeniyle daha çok zoom'da süren okuma buluşmalarıdır. kolaylaştırıcılığını üstlendiğim bu buluşmaların ara dönemlerinde gümüşlük sahilinde kocadağ arkasında gerçekleştirdiğimiz "gün batımı şiir akşamları" da bu faaliyetlerimiz arasında yer alıyor.

son bir yıldır şiir buluşmalarımızı zoom ortamında gerçekleştiriyoruz. 2021 içinde 18 farklı şairimizin kitaplarını okuduk, bazılarını programımıza canlı konuk ettik ve şiirlerini okuyup üzerinde konuştuk.

okuduğumuz şairlerden birisi de 2021', kapatırken konuğumuz olan sevgili pelin özer de bu 'bahçe'de yolumun kesiştiği, etkilendiğim pek çok değerli insan yazar ve sanatçıdan birisidir. o gece konuştuğumuz sırada aklıma gelen tüm soruları sorma imkânı bulamadığım için sonrasında bir "e-söyleşi" yapmaya karar verdik. onun şiiri, yapıtları ve şiire dair düşüncelerini ortaya koyan bu söyleşiyi sizlerle de paylaşıyoruz.

latife tekin ve gümüşlük akademisi'nin pelin özer'in yaşamındaki yeri nedir?

pelin özer Elimde bavulum, bavulun içinde defterlerimle Gümüşlük Akademisi’ne yolculuğumun hem hayati hem simgesel bir önemi var. Sezgisel biçimde alınan bir kararla keskin bir virajın dönülmesi, hayatın kökten değişimi denebilir. “Latife Tekin Kitabı” için harekete geçtiğim ânı hatırlıyorum da o gerçekten bir karşıduruşun ve hayatı değiştirme kararımın dışavurumuymuş aslında.

Şimdi daha net görüyorum. Her ne kadar o güne dek kültür gazeteciliği, yayıncılık gibi sevdiğim alanlarda çalışmış olsam da o gün bana teklif edilen işe hayır derken bir daha maaşlı-kurumsal-patronlu işlerde çalışmak istemediğimin de altını çizmişim aslında. O gün “Ben size bağımsız olarak bir ‘Latife Tekin Kitabı’ yapayım” demiştim.

Hiç düşünmeden, hazırlıksız ağzımdan çıkmış bir söz. Bir bakıma “Nasıl olsa gerçekleşme olasılığı çok düşük” diye de geçirmiş olabilirim içimden. O dönem Latife Tekin külliyatını yayımlayan o yayınevi bana kapılarını açtı ve teklifimi faks yoluyla ona iletti. Hemen o gün telefonlaştığımızda Latife Tekin ile yıllardır tanışıyormuşuz gibi bir yakınlık kuruldu aramızda.

Biliyorsun sen de, adı üstünde, Gümüşlük Akademisi Platon’un Akademisi model alınarak, bir düşle hayat bulmuş. Ahmet Filmer ve Latife Tekin bu ortak düşün aşkla vücut bulmasını sağlamışlar. Bir nevi onların düş çocuğu Akademi ama aynı zamanda sahipsiz, bağımsız bir varlık adeta. Ben artık aradan yirmi yıl geçtikten sonra sürekli orada yaşamamış olsam da yazınsal anlamda o toprağın da çocuğu olduğumu rahatlıkla söyleyebiliyorum.

İlk gün Latife bana, “Sen aslında kendi kitabını yazmak için geldin” dediğinde incelmiş sezginin yıllar içinde alacağı çehreyi de göstermiş oldu. Latife Tekin gibi çıraklığına talip olduğum bir yazar elime kalem versin ve ben yazı hayatıma bu icazetle başlayayım istemiştim.

Birlikte gerçekleştirdiğimiz “Latife Tekin Kitabı”nın sadece onun hayatına ve yapıtlarına layık bir kitap olması yetmeyecekti bana, müthiş bir yükümlülük altına da sokacaktı beni bu yola girmek, farkındaydım. Her kitabımla ustamın yüzünü güldürmek, onunla kurduğumuz bu müthiş verimli, yaratıcı, zenginleştirici dostluğu sapasağlam ömür boyu sürdürmek kolay olmayacaktı. Ama kolayı seçenlerden olmamakla da içten içe gururlandığımıza göre…

pelin özer "şiir"i nasıl keşfetti, ilk şiir ne zaman ve nasıl yazıldı?

O sanki hep vardı, benden önce vardı, sonra da sürecek. Tarife gelmeyen bir enerji. Elime kalem alıp yazmaya başladığımda içimdeki şiir de kendine çıkacak yolu buldu gibi geliyor. En belirleyici olan şiirle tanışma ânı, heyecanımı ilk kez şiirle aktardığım hadise, kuzenimin doğumuydu. Sekiz yaşıma denk geliyor.

Yüreğimin hopladığını ve o heyecanın elinden tuttuğunu, bir bakıma onu kâğıda aktararak huzur bulduğumu gayet iyi hatırlıyorum. Taşıyamadıklarımız, bizden taşanlar, dünya dilinde karşılık bulamayanlar kılık değiştirip bir yaratıya dönüşüyorlarmış demek. Böyle keşfettim.

Çevremde tepkileri aldıkça ilk defa gerçek bir şiir yazmış gibi hissettiğimi de hatırlıyorum. Sonrasında hep şiir yazdım. Ama tabii şimdi geriye dönüp baktığımda ilk şiirim “Parantez” adlı, lisede kendi çıkardığımız fanzinde yayımlanmış “Patetik Senfoni”dir. Aşk ağrısı da doğum ve ölüm gibi şiire çıkarıyor derin duyumsamayı. Bir kıyıya varmak gibi. Soluk alıp vermeye başlayan gaip. O paralel evrene yerleşmiş olmasaydım görünmezlikle bağımı kuramayacak, hep eksik kalacaktım.

latife tekin kitabı pelin özer şiirlerini nasıl yazıyor? bir şiirin oluşum sürecini anlatır mısın? özellikle "şiirin demlenmesi" nedir?

Bu konuda verecek formülüm yok. Her an her yerde yazabilirim. Bana göre şiiri öteki türlerden ayıran, avantajlı kılan en büyük özellik de bu. Şiir gelir, her nerede ve ne şartta olursa olsun şairini bulur ve kendini yazdırır. Tabii eğer kapılarını ve kulaklarını, benliğini ona sımsıkı kapamadıysa.

Benim kapadığım bir dönem oldu. Aşağı yukarı yirmi ile otuz yaş arası. Ve sonrasında anladım ki, hiç fark etmiyor, şiir yine kendini biriktirip tazyikle önüne seriliyor.

Kaçtığını sandığında bile yakalandığın, maruz kaldığın bir şey şiir. Öyle ki otuzlarımın başında bir gün, şiir yazmamanın beni yaşlılığımda komik bir duruma düşürebileceğini hissettim. Eğer bunu güçlü biçimde duyumsamasaydım mümkün değildi yayımlama kararı almam. Direnişin gücü verimin hacmini belirliyormuş.

Nasıl yazdığımı bir şiir üzerinden anlatmaya çalışayım; dilersen tam da o “yeminimi bozdum” günlerinde ortaya çıkan, arka odadaki titrek bilgisayarda gizlice yazılıp saklanan şiir eskizlerinden sonra ilk defa kendini doğurma kararını hissettiren o şiire gidelim. Bana başlığı ve nakaratıyla gelmişti. “Liya Lu”nun ilk şiiri bu, aynı zamanda yayımladığım ilk şiirlerden: “Söz, Sana Bir Daha Hiç Ölmüş Gibi Bakmayacağım”.

Bu sözü hemen başa yazdıktan sonrası çorap söküğü gibi neredeyse tek seferde geldi tüm şiir. Tabiri caizse birkaç minik nota değişikliği yapmışımdır olsa olsa üzerinde. Şiiri o dönem müdavimi olduğum bir mekânda, Karga Bar’da yazdım. Gündüzleri henüz kimse yokken de gidip orada çalışırdım ve o ahşap konak; yangınlar atlatmış mekânın masif dokusu, odun kokusu ve ruhuma iyi gelen müzikleriyle benim için bir tapınaktı.

O korunaklı alanda beni saran müziğin sözlerini hatırlarmış gibi kendiliğinden döküldü dizeler. Yazarken hisseder genelde insan o şiirin hayat bulup bulamayacağını.

Ölü doğumları da sezebilir. O şiirde içimdeki çığlığı özgürce, kendimi hiç tutmadan salıverdiğimin farkındaydım ama bu yetmezdi. “Demlenmesi” gerekirdi. Sadece okura değil bizzat şiire karşı da borcum bu benim. Şiir kendi ayakları üzerinde sapasağlam durabilecek mi, kendini taşıyabilecek mi, bu oluşunu ileride de sürdürebilecek mi… Bütün bunlar sonrasında belli oluyor.

O nedenle her yaratıcının aynı zamanda kendinin editörü olmasını son derece önemsiyorum. Bunun üzerine sezgisel kuramlar oluşturmak gibi imkânsıza yakın bir yolda yürüme kararı alacak kadar... Demlenmek bir yandan da sabun köpüğü olabilecek o bir anlık yalancı patlamalardan korur bizi.

Bu aslında çok basit bir yandan, hani “Söylediğini kulağın duyuyor mu senin” deriz ya, “Yazdığını iyice bir okudun mu” sorusunu sormak da şiirin, yapıtın demlenmesi. Ardında sonradan pişman olacağın tek bir dize, tek bir cümle bile bırakmamak arzusuyla da yakından ilişkisi var.

insanlığın varolmaya başladığı ve bir ses çıkarabildiği andan itibaren, tüm evrimi boyunca şöyle bir sıra olduğunu düşünüyorum: "ses-şiir-söz-şiir-sözcük-şiir-cümle-şiir-konuşma-şiir-resim-şiir-heykel/totem-yazı-şiir-şarkı-şiir-müzikyapıtı-bilimsel teoriler-şiir" bir şair olarak kişisel anlamda ve sanat anlamında şiirin varolması bakımından sen de sürecin böyle olduğuna katılıyor musun? şiir bu kadar her şeyin içinde ve beraberken insanlar neden bunu hiç fark etmemiş ya da bilmiyormuş gibi davranıyorlar?

Bu soru için ayrıca teşekkürler, çünkü bir bakıma benim de sürekli dile getirme ihtiyacı duyduğum, önemsediğim bir meseleyi çözümlemiş. Kendi adıma “Önce şiir vardı,” diyorum sürekli, sonra biri bana dedi ki, “Zaten evrende de öyle değil mi?”. Öyle tabii, biz de kendi oluşum maceramızı hatırlarken hep en başa, yaradılışa dönüyoruz. Ve bir yandan da güçlü biçimde, iliklerimde duyumsadığım, ses ile şiirin de ayrılmazlığı.

Buradan ilerlersek benim gibi farklı türlerde ürün vermeyi çok önemseyen ve bundan tüm zorluklarına karşın haz alan biri düşün ki yaptığı her işin içinde mutlaka şiirin bulunduğunu iddia ediyor, daha da ötesinde bunun gayet farkında. Çemberi daha da genişletirsek farklı sanat türleriyle aramızda mutlaka ciddi bir iletişim ve etkileşim olduğuna inanıyorum. Onlardaki şiiri de es geçmediğim gibi bazılarından uzanarak bana şiir yazdıran o kanala da bünyemi, zihnimi, algımı hep açık tutuyorum. Bu bakımdan sinerjinin ve ortak yaratımların yeri ayrı.

İnsanların çoğunun bizi oluşturan mayadaki bu kökensel titreşimin farkına varmaması imkânsız bence; sadece paradoksal biçimde kendi ördükleri duvarları, çektikleri perdeleri fark etmiyorlar. Biri bana şiirden pek bir şey anlamadığını söylediğinde onun kendine dair bu bilgisini yabana atarım.

Yanlış eğitim kurbanıdır, o alanda kendine hiç şans vermemiştir ve toplumsal olarak her birimize özenerek yerleştirilmeye çalışılan o “sen anlamazsın, bu üst sanat, yüce bilgi” gibi dışlayıcı ve küçümseyici muktedir dilinin kurbanı olmuştur. Hele bizimki gibi coğrafyalarda, bunca kadim titreşimin orta yerinde nasıl olur da şiirden anlamadığını söyleyebilir biri.

Düşün ki okuma yazma bilmeyenlerin türkülerini çığırıyoruz asırlardır ve halen köylerde maniler söyleyen teyzelerle, torunlarının defterlere özenle geçirdiği şiirleri salonda baş köşede korumaya alınmış Alevi dedeleriyle tanışıyoruz. Uzağa gitmeye gerek yok; Gezi günlerinde duvarlara yansıyan adını bilmediğimiz o şairler kimlerdi? Onlara önceden sorsaydık bazıları şiir okumadığını, şiirden anlamadığını söyleyecekti muhtemelen.

"önder/yönetici/liderler ve şiir" ilişkisi (demokrasilerde yöneticilerin şiir bilmesi, uğraşması) demokrasiyi daha etkin, yaşamı daha güzel kılar mı?

Bu sorunun iki ucu var; önder-yönetici-lider dediğimizde şiiri ve her türden etkili söylemi kendi davası uğruna kullanan bir düzen de söz konusu. Dün okumaya başladığım bir kurmaca kitapta Mandelştam’ın Stalin üzerine yazdıkları ve bir halüsinatif karşılaşmada ona söyledikleri geldi aklıma.

Vénus Khoury-Ghata’nın “Mandelştam’ın Son Günleri” adlı kitabında şöyle diyordu Mandelştam kendisini takip edip yakalamak üzere olan Stalin’e: “Cesedimi alırsın sadece, senin için yazdığım şiir beni yaşatacak.” Tabii senin sorunda demokrasi geçiyor ve ortamda bir tek-adam rejimi olmadığını varsayarsak tablo değişir mi acaba? Bilemiyorum, adına demokrasi denen rejimlerin marifetlerine de aşina olduğumuzdan burada pek de olumlu bir senaryo çıkaramıyorum.

Yine de şiire hayatında içtenlikle yer açanların politikacı bile olsalar mutlaka bundan her alanda olumlu yönde etkileneceklerini ve bu etkiyi yayacaklarını düşünmeden, en azından düşlemeden edemiyorum. Sadece okur olarak şiirde derinleşmek bile sezgi menzilini uçsuzlaştırır.

Politikanın, yönetimin bugün dünyaya hâkim olan iktidar modellerinin yanına şiiri koymakta zorlanıyorum ama şiire hayatında yer açmış kişilerin getireceği yönetim alternatifleri elbette şiirden ne anladığımızla ve beklediğimizle orantılı olarak bize derin ve rahat nefesler aldırabilir.

Ama yine de şiirin bazı yönetimlerde düzen, intizam, tertip, terbiye, ıslah gibi hedeflere kilitlendiğini ve marşlara eşlik eden sözlerin de şiir olduğunu unutmamak lazım. Etkili söz insanı hayallerinin ötesinde bir açıklığa, bağımsızlığa taşıyabileceği gibi uçurumun dibine de gönderir.

"yazar hep sonsuz vakite ihtiyaç duyar"

editörlük, yazar ve şairlerle tanışıklık, onlara aracılık etmek, tanıtmak, onları görünür kılmak, bu ilişkilerin getirdikleri, götürdükleri, etkileşimler konusunda neler söylersin?

cam kulübeler Editörlüğün anlamının pek de bilinmediği dönemlerde editörlük yapmaya başlamış biri olarak bu mesleğe ¦ki meslek bile sayamıyorum ben editörlüğü, adeta adanmışlık gerektiren özel bir uğraş¦ günün birinde gençlerin özeneceğini söyleseler inanmazdım.

Sadece bu bile yayıncılık alanında olumlu gelişmelerin de yadsınamayacağını gösterir. Bu alana girdiğimde yirmili yaşlarımın başındaydım ve el yordamıyla öğrenmeye çalıştık incelikleri. Daima zorluklardan geçerek. Ama bunların yanı sıra her zaman benim için müthiş bir tatmin alanı oldu editörlük.

Beni sadece beslemekle kalmadı, hep yeni ufuklar da açtı; yazma, paylaşma, paslaşma iştahımı artırdı. Yazar ve şairlerle iletişim kurmaktan arka kapak ve basın bülteni yazmaya, redaksiyondan düzeltiye, bir yazarla kafa kafaya verip derinlere dalmaktan çevirinin zorluklarına öyle çok incelik üzerine kafa yorup zaman zaman tabiri caizse iğneyle kuyu kazmak gerekir ki… Her birinin de bana ne çok şey kattığını ve katmaya devam ettiğini şimdi daha da net görüyorum.

Serbest olarak editörlüğü halen severek sürdürmemi de açıklıyor bu. Zaman zaman kendisi de yazar olan editörlerin yakındıklarına tanık olmuşumdur, yazar elbette hep sonsuz vakte ihtiyaç duyar ve hayat gailesi yazı çalışmasını bölsün istemez ama eğer bir yazar çalışmak zorundaysa bence editörlük ona en uygun alanlardan.

Bunu sezdiğimden olmalı ve işime olan tutkumdan, her arka kapak yazısını altına imzamı atacağım bir yazı gibi titizlenerek kaleme aldım, alıyorum. Yazar keşfetmek, onları görünür kılmak, okunmalarını sağlamak ise bilhassa benim dergicilikte deneyimlediğim bir şeydi.

Sevilen, takdir edilen bir derginin yayın kuruluna eser göndermenin ne denli hayati bir şey olduğunu bildiğimden azami özen gösterdim bu uğurda. Her birinin yayın kurulu tarafından mutlaka titizlikle değerlendirilmesini sağlamak ve olumlu ya da olumsuz incelikli açıklamalarla sonucu açıklamak o kişilerin gelecekte yazıyla kuracakları ilişkide öylesine bağlayıcıdır ki. Bu gergin ipte yayıncının da en az yazar adayı kadar dengede durması son derece önemli.

Ve bu hassasiyet derginin kimliğinde mutlaka kendini gösteriyor. Dirsek teması kurulan yazarlarla iletişim ve etkileşim konusunda özen göstermek önemli. Kitaplarımı yazmaya başladıktan sonra editörlük gibi çok sevdiğim bir meslek bile olsa onu kurumlar içinde yapamayacağıma karar vermiştim.

Bu bir anlamda beni çok sayıda yazarla yakın temastan da korudu –ki fazlası gerçekten kendi yazısından uzaklaştırabilir insanı- ama elbette kendi yazar, şair arkadaşlarımla, profesyonelce çalıştığım yazarlarla iletişimim hep sürdü, sürüyor. Kendi kimliğini, sesini, özgünlüğünü koruyan, kollayan, gözeten bir yaratıcı için böylesi dostluklar ancak besleyici olabilir. Ama bu tarz dostlukları faydacı yaklaşımlarla sürdürenlerin düştükleri durumu zaten onların yapıtlarında görürüz. En azından bu zafiyet, iyi okurluk vasfının yanına editör gözüyle bakma becerisini de ekleyenlerin gözünden kaçmaz.

şiir pek tarife gelmez bunu biliyorum ama, şiirsel-şiir formunda yazılmış söz olanla (gerçek) "şiir" farklı değerlendiriyor ve bu türü iki gruba ayırıyorum: ilk grupta doğa tasviri, naturalist/doğrucul-gerçekçil ifade, romantik terennüm, didaktik deyiş, "şiirsel sözler", "şiirsel ifade" yer alıyor.

İkinci grubu ise "gerçek şiir" olarak nitelendiriyorum: bunun içinde de üç farklı şiir türü yer alıyor bence: "aşk şiirleri", "eylem/edim/kavga şiirleri", "kimlik&ben şiirleri" akımları ve yaklaşımları bir kenara koyarsak bütün şiirleri bu sınıflama içinde değerlendirmek mümkün. tabii ki bunların birbirleriyle ilişkileri ve geçişimleri de söz konusu ama ağır basan yanına göre bu gruplamayı yaptım. böyle bir yaklaşımla, ya da senin kendi tanım ve sınıflamanla pelin özer'in şiirini nereye koymak gerekir?

Kendinin editörü olmaktan bahsediyorum ama kişinin kendi eleştirmeni olması mümkün değil bence. Elbette yazdığı üzerine bir fikri, algısı var ama onu tanımlamak, sınıflandırmak bana göre yazarına, şairine değil eleştirmene düşüyor. Yazanı en mutlu eden şeylerden biri yapıtı hakkında ona da farklı bakış açıları verebilecek değerlendirmelerdir gibi geliyor bana.

Sadece profesyonel eleştirmenlerden gelenler değil okurların her birinin görüşü, duygusu, düşüncesi beni yakından ilgilendirir. Hatta onları biriktirdiğim bir defterim de var. whatsapp mesajından e-postaya, hangi kanaldan gelirse gelsin, her yorum önemli. O defterimdeki bazı yazılar kitap dergilerinde yayımlanacak değerde. Bu bağlamda da sorunu senin cevaplamanı arzu ederdim aslında. Şanslıyım ki son yıllarda yazdıklarım üzerine bazı eleştirmenler ses vermeye başladı. Dilerim yaşarken daha çok sayıda böylesi eleştiriyi okuma şansı bulurum.

"şiir kendini yoktan var ediyor"

şairin ve şiirin ses özellikleriyle, şairin söz/sözcük yaratması bağlamında şiirinin bir özgünlüğü ve özelliği var. hattâ liya lu'nun adı ve kitabın 49. sayfasındaki "dünyanın nefes alıp verişini okuyorum gökyüzünde" şiirlerinde tümden uydurulmuş sözcüklerin olduğu dizeler var. şiirin sınırlarına ve içeriğine dair bu anlamda neler söylesin?

liya lu Kitaba ismini veren “Liya Lu” sayesinde ben de bu konuda daha çok düşündüm. Şiiri sadece düşünerek, düşünceyle yazan biri değilim. “Uzay Çiçeği” şiirinde bir şarkı nakaratı gibi uydurduğum “Liya Lu” ses-sözünü de içimden geldiği an, gerçekten bir şarkı gibi sessizce mırıldanarak yazdım. Hiç sorgulamadan sadece ses uyumunu kontrol ettim son noktada.

Kitaba isim bulma aşamasında bana ilk göz kırpan isim oldu bu. Ve sonra fark ettim ki altı harften oluşan bu minimal yapı benim şiirde uydurduğum ilk seslermiş. Dolayısıyla bunu şiirin kendini yoktan var etmesi, doğumu gibi de okuyabiliriz.

Bu titreşimi olduğu gibi koruyup başlığa taşımak buradan bakınca bir saflığın dışavurumu ve ona olan inancıma vurgu gibi de okunabilir. Coşkuyu, aşkı, tutkuyu, tılsımı anlamlı sözcüklerle tarif etmeye kalktığımızda, ona akıl ve mantık kapısından baktığımızda sınırlandırmış ve sınırlandırılmış olmaz mıyız.

Titreşimin anlamdan uzak yakınlığına güvenmek bir bakıma “Liya Lu”. Kitap çıktığından beri sadece bana inanan dostlarımla değil beni hiç tanımayanlarla birlikte de “Liya Luuuu” diye haykırdığımız çok oldu. Ses yolunu buluyor. Daha çok haykıracağız, öyle hissediyorum.

“Dünyanın Nefes Alıp Verişini Okuyorum Gökyüzünde” şiiri ise iki bölümden oluşuyor. O şiiri yazarken bildiğim dilin, ana dilimin yetmediğini gördüm. Adeta arkaik bir dil vardı geride, bana şiirin ötesinden sesleniyordu ve “Merak etme, sen bu dili çevirecek kadar iyi biliyorsun aslında” diyordu.

Şiire güvenmek lazım, orada gözüm kapalı yolumu bulmuş gibi hissettim kendimi dilin kucağına bıraktığımda. İlk kez duyduğum o sözcükler beni sağlam bir sal gibi nehrin karşı kıyısına taşıdı. Şiirde sınır yok ve yazarken karşıma çıkan böylesi sürprizler de bunu kanıtlıyor.

Orada tam anlamıyla yersiz yurtsuzuz ve bizi tanımlayıp çitlerle çevirmeye çalışan dilden bile bağımsızız. Bu tekinsiz de sayılabilecek boşlukta kanatlarla karşılaşmak da bizi şaşırtmaz, yüzgeçlerimiz olduğunu fark etmek de. İnsan kadim varlığını bu yolculukta duyumsar ve göze alabiliyorsa onun izlerini takip eder.

"cevat çapan eşsiz bir şair ve çevirmen"

şiir çevirisi ve çeviri şiir konusunda neler söylersin? şiir çevrilebilir mi? ya da nasıl çevrilmelidir?

Öyle bir mesele ki farklı diller varolduğu sürece bu soruya net bir cevap verilemeyecek. İki ucu da ¦çevrilebilir, çevrilemez¦ savunabileceğimi hissederken en doğrusu belki de kendi deneyimimden örnek vermek. Şunu hemen söylemeliyim: Çevirmenliğe hiç göz dikmedim. Çünkü bunun yazmaktan daha da zor, neredeyse imkânsız bir uğraş olduğunu erken yaşta fark etmiştim. Şanslıydım, kaçabildim .

Ama o idrak ânından itibaren de iyi çevirmenlere daha da büyük saygı duydum ve onların haklarının iyi telifle bile ödenemeyeceğini anladım. Kaldı ki bizim ortamlarımızda iyi telifin de ne denli nadir olduğunu sektördeki herkes gayet iyi bilir. Evet, günün birinde kendimi uluslararası bir şiir atölyesinde bir İngiliz şairin şiirini Türkçeye çevirmek üzere kafa ¦ve kalp¦ patlatırken buldum. Buna mecburdum. Kaçış yoktu.

Yabancı dillerime bile güvenmezken bunu nasıl yapabilirdim… Hiç değilse şiir okurluğuma sığınmam gerektiğini söylüyordu içimden bir ses ama her an işbaşındaki şairi de susturamıyordum. Süre kısıtlıydı. Çıkan sonuca baktığımda, üstüne bir de o şiiri yüksek sesle okumam gerektiğinde anladım ki, şiir çevirisi bir ruh transferidir. Çeviren kişi şair ise çevirdiği şiire, şiirinin soluğunu üflemekten alıkoyamaz kendini.

Dolayısıyla neredeyse bedensel bir birleşme gibi, belki amaçlananın da ötesinde bir yakınlık, hatta bir kendinden verme söz konusu olur. Ben bu deneyimi böyle yaşadım ve bu sayede neden bazı iyi şairlerin çok iyi şiir çevirmeni olduklarını anladım. Öyle sanıyorum daha doğrusu. Bir yandan da o ideal şair-çevirmenin kendi şiirini çevirdiği şairlerin etkisinden korumayı bilmesi lazım. Çevirdiği şairlerin şiirini de kendi şiirinin etkisinden…

Buradan bakınca da bugüne dek hem kendi şiirlerini hem de çevirilerini gençliğimden itibaren hayretle ve hayranlıkla okuduğum Cevat Çapan’ın eşsiz bir şair ve şiir çevirmeni olduğunu düşünüyorum. Bunun çok nadir ama mümkün olduğunun kanıtı.

şiiri şiir yapan nedir? tema'sı, izleği, ele aldığı konular mı, yoksa ifade ediliş biçimi mi?

Yazma deneyimimden cevaplayacak olursam; hiçbir şiiri kaleme almadan evvel bir konu, tema, izlek belirlemiş değilim. Şiir gelir ve kendi yolunu çizer; onun beni çektiği maceraya doğru sürüklenirken bir kâtipten farkım yok. İyi kulak vermeye ve doğru aktarmaya çalışırım. Sonra o artık kendi sağlamlığına erişmiş mi, oluşunu tamamlamış mı, bir bakıma görevimi hakkıyla yerine getirmiş miyim diye bakarım. Tema o sırada belirlenmiştir, izlekse yolculuğumuzun kendisidir.

Okur olarak yanıt vermeye çalışırsam da yine aynı ölçülerim; okuduğum gerçek bir şiir mi, buna sadece zihnim, beynim değil kalbim de yanıt verir. Okurken de yazarken de bedende, kimyada bir değişim olur. Ben bu dönüşümlere, toplu yanıta bakarım. Şairin samimiyeti ve adanmışlığı bana göre şiirden ayrı değil; ustalık gösterisi, kendini sürekli tekrar ya da sadece yazılmış olmak için yazılmış bir şiir mutlaka kendini belli ediyor.

"sifali bir tür: haiku"

bir de haiku'ların var... haiku yazmak, pelin özer için kaynağını nereden alıyor, nereden çıktı?

atlasın bir ucunda Haiku ibenim için sadece yazınsal bir tür değil, kaynaklarımdan. Yeryüzüne dokunmanın ve onun soluk alıp veren bir parçası olduğunu duyumsamanın en dolaysız yolu. Sanki bütün türlerin içinde en masum, en saf, kendini dolaysızca var etmiş tür. Yoksa nasıl açıklanabilirdi 5-7-5 hece ölçüsünün zamansızlığı, pek çok farklı dilde tutunabilmesi… Adeta ekildiği her toprakta filizlenen bir tohum haiku.

Hiçbir dile, kültüre ait değil, evrensel. Güçlü bir ortak duyuşun formu, ifadesi, edası, tavrı. Tutkuyla ve önemseyerek yazmaya başladığım gençlik yıllarımda tanıştığımız ilk andan itibaren aşkla bağlıyım haikuya. Zaman içinde bunun nedenlerini araştırırken haikunun yazınsal bedenimin kalbi olduğu bilgisine vardım.

Yaratıcı kaynağın anda olduğunu, doğadaki her karşılaşmanın, her anın mucize gibi bize yepyeni, taptaze bir haikuyu cömertçe ve beklentisizce, kendiliğinden uzattığını hatırlamak yaratıcı kaynağın tükenmezliğine dair muhteşem bir inanç veriyor bana.

Giderek sadece haiku yazan birinden haiku üzerine söz alan birine de dönüştüm. Haiku ile yakın ilişki kurmak için yazmak da gerekmiyor mutlaka; yazınsal deneyimin aktarılıp paylaşılması düşünden yola çıkarak oluşturduğum Öğretilemeyen Şeyler Atölyesi’nde “Haiku Okuma Gözlüğü” ve “Haiku Defteri” başlığı altında söz alırken haikunun dönüştürücü etkisini daha da yakından, içeriden gözlemleme şansı buldum.

Bu sayede anladım ki yazmak bir yana haiku üzerine sohbet etmek bile tılsımlı, bambaşka kapılar açıyor. Fazıl Hüsnü Dağlarca “Haiku eczanelerde satılmalı” derken haklıymış. Gerçekten şifalı bir tür. Boşuna değil Roland Barthes’ın da roman üzerine düşüncelerinde haikuya geniş yer vermesi.

"yaşadığımız mekânlar derimiz gibi"

“liya lu” çok demlenmiş şiirlerle yeni şiirleri bir arada içeren bir kitap ve 4 ayrı tematik bölümü var. hepsi birbirinden güzel ve anlamlı şiirlerle dolu. bu seçim, bu düzen ve kitabın bütününe dair duygularını öğrenmek isterim.

Çok teşekkürler, böyle yansıması beni mutlu etti. On yedi yıllık bir kitap “Liya Lu”. Kitapların da kaderi var. Sabır sürecinin ardından içten içe elli yaşıma basmadan demlenmiş ve kendi bütünlüğüne erişmiş bir kitap hayal ediyordum. Öncesinde neredeyse havlu atmıştım. Şiirlerin birikmiş olması bir kitap oluşturmak bakımından beni zorluyor, elimi kolumu bağlıyordu. Tek bir kitaba sığdırmak ne kadar doğruydu, ondan da emin değildim.

Bazı elemeler yaptım ama bu da yetmedi. Kitap, bu yükü üzerimden alacak, bana destek olacak bir yayınevi, bir editör bekliyordu. Bir bakıma “Liya Lu” masalında sabrın sonu selamet oldu. Bu şans tabii, her zaman masallar böyle sona ermez biliyorsun. Sona da ermiş bir şey yok elbette, yeni başlıyor aslında masal. “Liya Lu”nun doğumu bana göre başarıyla gerçekleşti ve ben de merakla bekliyorum bundan sonra olacakları.

Ayrıntı Şiir dizisini henüz telif eser basma kararı almadan evvel, ilk günlerinden itibaren severek, ilgiyle takip ediyordum. Onlar olmadan bu kitaba son halini tek başıma mümkün değil veremezdim. Şiirlerime inanarak onu bir bakıma korumaya alan ve kitap için emeklerini hiç esirgemeyen sevgili Emirhan Oğuz’a, Levent Turhan Gümüş’e ve Bora Ercan’a şükran borçluyum. Bilhassa kronolojik izleği koruyarak bölümlere ayırırken bir yandan da tematik bütünlüğü gözetmek hiç kolay değildi.

Editörün hem hassas ve içeriden hem dolaysızca ve yukarıdan bakabilen gözü elimden tuttu ve kitaba hayalini kurduğum o duruluğu, olgunluğu verdi. Bu da ancak aradan geçen zamanla mümkün olabilirmiş. Kitabın en doğru zamanda yayımlandığını düşünüyorum.

bir de benim "şiir roman" dediğim bir başka kitabın var: "beyaz ev" orada da bir deneme yaptığını düşünüyorum. kısaca onun yazın yaşamındaki yerine dair de bir şeyler söyler misin?

beyaz ev “Liya Lu” da yayımlandıktan sonra tüm kitaplarımın aslında tek bir kitap olduğuna, her kitabın o giderek genişleyen büyük kitabın bir bölümü olduğuna dair inancım da daha güçlendi. Bir anlamda bu daha görünür oldu. Şimdi “Beyaz Ev”in “Liya Lu”dan önce hayat bulması bana önemli görünüyor örneğin.

O, şiir olmaya direnerek yazılan bir kitap. Biçim olarak şiiri seçseydim ¦ki bu bir bakıma benim için kolaya kaçmak olacaktı¦ o nihai bütünlüğe hiç erişemeyecektim. Her kitap yokluktan doğuyor ve bir imkânsıza göz dikiyor. Ben yazma serüvenimde bunu böyle yaşıyorum. “17 Haziran”da atlamam gereken engeller farklıydı, “Latife Tekin Kitabı”nda bambaşka. Ama her birinde mutlaka aşılması gereken bir engel belirleniyor.

Her kitapta varılması gereken, hayal meyal belirlenip göz dikilmiş bir puslu zirve var. Benim için her kitap bir direncin sonunda varılan o zirve. Tabii sonra sağ salim aşağıya, düze inmek de bu masalın önemli bir parçası. Dağcılar arasında yapılan bir araştırmada kazaların çoğunun inişlerde yaşandığı ortaya çıkmış.

“Beyaz Ev”de de kendime önceleri tanımadığım bir zorluk alanı yarattım. Fiziksel olarak da var olan bir mekânın içine yerleşmiş, aile kurmuş, yeni doğum yapmış bir kadın olarak yine “17 Haziran”daki gibi cinsiyetsiz, zamansız, mekânsız bir anlatı evreni kurmak hayaliyle yola çıktım. Mekânı merkezine koymuş olsa da sadece evin kendisini ve kök saldığı adayı içine aldığından kendini evrende bir ada olarak konumlandırıyordu.

Şimdi sorun sayesinde düşünüyorum da; kitabın sadece kaleme alınmadan evvel kendini, geleceğini, nasıl oluşacağını düşündüğü bir iki yıl var. O iki yıl boyunca evle de konuşarak ona en doğru formu bulmaya çabaladım.

Varolan bir formu ödünç alamazdım. Emsali yoktu çünkü evin, onu içinde birikmiş yaşantılarla ve kendi soluğuyla ele aldığınızda hangi evin bir emsali olabilir ki… Sonunda şiirle düzyazının çekiştiği ve kitap için iyi olanın kazanacağı bir düello yaşandı.

Bunu neredeyse net biçimde gördüğümü iddia edebilirim. Şiir dizesi ile düzyazı cümlesi sağlam bir halatı çekiştiriyorlar ve sonu noktalı olan cümle kazanıyor. Sonunda bir şartla diye de ekliyor: Her cümleden sonra bir satır boşluk olacak.

Bu asla görsel-biçimsel bir kapris değildi. O boşluklar, duruşlar evin varlığını, onunla yaptığımız düeti sezdirirken bir yandan da meditatif bir okuma önerisinin somut biçimde kendini sunmasıydı. “Beyaz Ev”in hep ağır okunan ama insanda bir daha okuma arzusu uyandıran bir kitap olmasını hayal etmiştim. Bana bu yönde yorumlarını iletenler olduğunda çabamın ve duyuşumun ödüllendirildiğini hissettim.

“Beyaz Ev” aynı zamanda beş duyuyla yazılmış bir kitap, bir anlamda yazılırken duyuların bilenmesini sağladı. Dilerim okurlarına da böyle şeyler yaşatır, deneyimleme olanağı sunar.

Yaşadığımız mekânlar derimiz gibi, onları da üstümüze giydiğimizi hayal edelim, buradan bakınca bir oluyoruz, bütünleşiyoruz onlarla. İçimize aldığımız ya da bunu hayal ettiğimiz eşlerimizi, sevgililerimizi yüceltip onlara şiirler, şarkılar, kitaplar yazarken başımızı soktuğumuz, sığındığımız mekânlarla sanki pek de zihinsel-duygusal-duyusal bir ilişki kurmuyor, onlara, onlarla ilişkimize dair yaratıcı bir sorgulama içine girmiyor, pek ürün vermiyoruz. Buna yeryüzü de, o uçsuzluk da dahil. Tüm mekânları yeryüzünün hücreleri gibi de ele alabiliriz.

“Cam Kulübeler”de yaşamayı idealize eden biriyim ve bir eve, mülke, mekâna, coğrafi-kültürel-milli kimliklere sahip olmayı, bunlarla anılmayı reddediyorum. Bu bakımdan da “Beyaz Ev”i; bir varlık gibi dile gelen, yüz elli yaşına yakın ahşap bir yapının içinde ¦kalbinde, böbreğinde, akciğerlerinde¦ yaşarken kendisine adeta katılarak, eklenerek, hücrelerinden birine dönüşerek yazmaya, ona ses vermeye çalışmış birinin kitabı olarak okumak lazım. Görüldüğü gibi “Beyaz Ev”e dair söz halen kendini doğurmaya ve kendinden doğmaya devam ediyor. Kitabı yazdıktan sonra dilime dolanan bir cümle var: Duyulur duyulmaz sessizlikte(n) dile gelenlerle yazıldı “Beyaz Ev”.

aldıktan sonra, yaklaşık bir aralıkla iki kez okuduğum "beyaz ev" ve ondan önce yayınlanan ama benim daha sonra, çok yakınlarda okuduğum "17 haziran". iki romanda da bazı izleklerde koşutluklar da var ama benim asıl sormak istediğim, anlatış biçimi ve dil. “beyaz ev”de anlatılanı değil ama anlatma biçiminin özünü, kaynağını “17 haziran”ı okuduktan sonra kavradığımısöyleyebilirim. “beyaz ev”e ilkin "şiir roman" demiştim. ama sonra bunun farklı bir anlatım biçimi hattâ dil olduğunu düşünüyorum. bu dile belki "pelin özer dili" de denebilir ama ben şimdilerde "şiirce" adını veriyorum ve kadınlık hâline özgülüyorum bu dili. bu dilin aslında dildeki erilliği, ortadan kaldırmak diyemesem de azaltmaya ve yönelik bir çaba olarak da düşünüyorum. bazı kadın yazarlarda hissettiğim bu durumu bu iki romanı birlikte düşününce bir düşünceye dönüştürdüm. onun için sana ayrıca teşekkür ediyorum. bu anlatım tarzı, bu anlamda bir arayış ve belki de onun bir "edimsel denemesi" olup olmadığına ve romanlarına dair de bir şeyler söyler misin?

17 haziran Bu bakış ve yorumlar benim için çok değerli, çok teşekkür ederim. Dil içimizde canlılığını koruyarak hiç durmadan çoğalan bir kaynak. Yazmaya oturduğumuzda, ona bir biçim vermeye çalıştığımızda bile o hareketliliğini tamamen kontrol altına alamıyoruz, denetleyemiyoruz ya da istesek de onu susturamıyoruz. Hele bir de içimizde ayrı ayrı kanallardan yürüyorsa dil; onun hızına, çoğalışına yetişebilmek daha da fazla efor istiyor. Ama bir yandan bunun avantajları da var. Bizi sürekli o kaynakla temas halinde tutuyor.

Yazdıklarımı yayımlamaya yeni karar verdiğim günlerde şiirin o tazyikli kimyasıyla başa çıkamadığımı çok net hatırlıyorum. Düzyazı alanında hep çalıştığım halde yazdığım kısa yazılar o yoğunluktan sıyrılmamı sağlayamıyordu, bana uzayıp giden bir düzlem gerekiyordu. Türe karar vermek adeta kendi yaratacağınız bir habitatı oluşturmak.

Mimar, mühendis, işçi hepsi sizsiniz ve yapayalnızsınız. Bir yandan da sadece şiir yazarak yaşayabilecek biriydim ama bunun da tehlikeleri vardı, görüyordum. Romanla uzayıp gidecek sözün beni şiirde tabiri caizse gevezelikten koruyacağını hissettim. Güçlü bir duyuştu bu. Beni şaşırttı önce. Şiirin şuursuzca kendini çoğaltması mümkün, bunun örneklerini de görüyoruz. Kendini tekrar eden bir şiir dünyası yazan kişi için ciddi bir tehdit bence. Sanatın her alanında böyle.

Benim içinse şiir yayımlamak çoğaltmak değil de eksiltme çabası gibi. Demlenme sürecinin önemi bu elemeye de yardımcı olmasında aslında. İşte, başka türlerde ve bilhassa uzayıp giden türlerde ürün vermek bu elemeye de yardımcı olan bir çalışma. Tabiri caizse şiir külliyatını terbiye eden bir yanı var.

Romana ve o düzleme yerleşme kararının bir boyutu da onunla ciddi biçimde tartışmamı sürdürmem aslında. Tabii iyi örneklerini dışarıda tutarak söylemeliyim ki ikna olamadığım bir yanı var romanın, sırf bu nedenle ona çekilmiş de olabilirim. Roman yazma kararı almak ciddi bir iddia gibi görünüyordu. Başta gönlümü çelen de bu duyuş oldu. Otobiyografik bir meydan okuma iyi gelecekti. Belki tam da o sırada “Latife Tekin Kitabı”nı hazırladığım için bir bakıma kendi hayatımı da bambaşka açılardan ve son derece farklı bir yaklaşımla ele almak isteği de olabilir.

Her kitap kendisi için yepyeni bir dil yaratıyormuş gibi geliyor. Bu bakımdan “17 Haziran” da “Beyaz Ev” de onları oluşturan dilin doğumunu bekledi bir süre. “17 Haziran” dilini ve yapısını sağlam kurabilmek için, kendine ikna olabilmek için üç kere silbaştan yazıldı, “Beyaz Ev” iki yıl sessizlikte dile gelmeyi bekledikten sonra beş yıla yayılan bir dönemde hayat buldu. Bu bakımdan roman türü benim için bir sabır, azim, yalnızlık ve çalışkanlık testi aynı zamanda.

Şiire hiç benzemeyen yanı da bu olabilir. Şiir gelir kendini yazdırıp çekilir. Kalabalıkta bile bir köşeye çekilip yazarsınız, yürürken ya da rüyadan uyanıp… Ama roman talepkârdır, bir odaya uzun uzun kapatır. Şiirden kaçmak için romana sığınmış da olabilirim, bu da mümkün. Roman yazarken bir bakıma şiire daha mesafeli yaşarım. Zihnimi ele geçirir, tekeline alır roman, bu yüzden de kolay bir karar değil romana kapanmak.

Her ne kadar “Beyaz Ev”i roman diye sınıflandırmış olmasam da teknik açıdan romanın talepkârlığı onda da vardı. Her roman, her yazınsal tür benim açımdan bir arayış. Elimden tutup da beni içten içe sezdiğim, tamamlanmış halini netlikle gördüğüm o şimdilik flu bütüne götürense dilin kendisi. Onun şiirden ayrılmamasına şaşırmıyorum çünkü sahiciliğine hiç sorgulamadan ikna olduğum dil, ana dilim, şiirin dili.

çok teşekkürler sevgili pelin özer...
nice şiirlere, nice buluşmalara...

Fotoğraf: Büke Akşehirli

 

 

 

  geri

 


 

 

latife tekin ve gümüşlük akademisi "postdergi'de latife
tekin dosyası"

postdergi'de yer alan latife tekin dosyasına
gümüşlük akademisi'ni ve onun yaptıklarını yazdım

                                                                                        20 eylül 2021

post-logo

"mustafa sütlaş, 2012’den bu yana yaşadığı ‘öğrenme ve paylaşma mekanı’ gümüşlük akademisi’ni ve latife tekin’le yıllara yayılan dostluğunu anlatıyor."

 

post. dergi olarak hazırladığımız bu beşinci dosyayı modern türkçe edebiyatta politik bilinci deneysel yazınla bir araya getiren ve bir ‘yazınsal-eylemci’ olarak gördüğümüz latife tekin’e adıyoruz.

“12 eylül’ün getirdiği basınçla” yazmaya başladığını söyleyen latife tekin, politik edebiyatı ‘edebiyatın politikası’ ile birleştirip, hem ‘mevzu’ olarak politik olan hem de biçim olarak avangarda yakın duran bir edebiyat kurabilen nadir yazarlardan biri.

bu dosya latife tekin’in edebiyatına ve yazınsal politikasına bugün yeni bir açıyla bakan, deneysel araştırmaları da içeren yazılarla, daha önce yazılmış iki önemli yazıyı ve bir de latife tekin’den ilhamla yazılmış bir şiiri bir araya getiriyor.

bu yazı ve dosyada yer alan diğer yazılar için tıklayınız...

dosyadaki diğer yazıların yazarları ve başlıkları:

  • mahmut temizyürek "latife tekin: edebiyatta bir barbar aşısı"
  • ahmet balad coşkun latife tekin edebiyatında protez imge olarak yoksulluk
  • burcu şahin "parrhesia oyununda şiddetin imgesi"
  • mehmet mahsum oral "yazmayı sayıklayan yazı"
  • pelin özer "diriliş"
  • deniz gündoğan ibrişim "latife tekin romanlarını okutmak: ulus-ötesi açılımlar, yeni pedagojiler"
  • dila keleş "şiddet yazı, latife"
  • ahmet ergenç "latife tekin ve yazının hâlleri"
  • nalanç kurunç "islands resonantes"

     

     

     

      geri

     


  •  

     

    korona günlerinde kayıp zamanın izinde "korona günlerinde kayıp zamanın izinde"

    marcel proust'un kült yapıtı "kayıp zamanın izinde"nin
    korona günlerinde birlikte okunmasına dair bir kitap

    ispanyol gribi pandemisinden covid-19 pandemisine

    2020'nin ilk günlerinden itibaren tüm dünyayı etkileyen covid-19 pandemisi sırasında okuma grubumuzun üç farklı merkezdeki üyelerinin bir bölümü ve ilgi duyan herkese açık olarak bir toplu etkinlik düzenledik ve yazarın "kayıp zamanın izinde" adlı yedi kitaplık nehir romanını yedi ay boyunca haftanın dört günü aynı saatte buluşarak canlı olarak okuduk ve üzerinde konuştuk.

    bu süre zarfında romana, birlikte okumaya, korona salgınına, bizlerin ve hayatın hâllerine dair konuştuklarımızdan yola çıkarak, hem bu süreci anlatan hem de kitabı bu dönemde okumanın anlamını irdeleyen, 325 sayfalık bir e-kitap oluşturduk. kitabımız içinde marcel proust ve kayıp zamanın izinde'ye dair bilgiler de yer alıyor ve bu özelliğiyle bir tür kılavuz kitap olma özelliğini taşıyor.

    "korona günlerinde kayıp zamanın izinde" adlı bu imece kitabımızı sevgili marcel proust'un 150. doğum gününde ona ithaf ederek, biri canlı, birisi de sanal ortamda olmak üzere iki etkinlik düzenledik ve merak eden, ilgilenen herkesle paylaştık.

    sevgili marcel proust'u seven, onun yapıtlarını beğenen, kitabımıza ilgi duyan ve merak eden herkese e-kitabımızı ücretsiz hediye ediyoruz. bunun için okuma grubumuzun sitesi tıklamak yeterli.

    kitabın önsözünden...

     

    gümüşlük akademisi edebiyat evi bünyesinde oluşturmuş bulunduğumuz bahçeyazı okuma grubu 18 mart 2014'ten bu yana geçen zaman içinde, bodrum-gümüşlük, istanbul ve izmir'de , yüzü aşkın insanın katılımıyla edebi okuma faaliyetlerini sürdürüyor.

    grubumuz son dört yıl içinde bu çalışmalarına ek olarak edebiyatın köşe taşlarını oluşturan bazı yapıtları da toplu olarak ve birlikte okumakta, okurken üzerinde konuşmakta, tartışmaktadır. bu kitaplara dair faaliyetimizi de ayrıntılı bir şekilde ilgilenen herkese sunmak, bu kitapların daha çok ve kolay okunmasını sağlamak, gerçekleştirmek istediğimiz işlerden birisiydi. elinizdeki bu kitapla bu dileğimiz düşünceden uygulamaya geçmiş oluyor.

    marcel proust'un "kayıp zamanın izinde" adlı nehir romanının bütününü okumanın güçlüğü pek çok kişi tarafından dile getirilmiştir. bu kitap o güçlüğü bir nebze de olsa aşabilmenin yollarından birini göstermekten öte, onu okurken destek alınacak bir kılavuz kitap niteliğine de sahip. oldukça kalabalık bir grubun bütün üyelerinin kitabı okudukları sırada fark ettiklerini, kitaba ve bölümlerine dair duygu ve düşüncelerini, değerli yorumlarını da içeren bu kitap, sunduğu arka plan bilgileri, bu anlamdaki kimi bağlantıları ve ek kaynakları işaret etmesiyle de romanı okumak isteyenlere yardımcı olacak, bu anlamda gerçekten de bir kılavuz niteliğine sahip bir yapıttır.oluşum hikâyesi kitabın içinde uzun uzun anlatıldığı için, burada sadece, bu çabaya omuz veren, emek harcayan arkadaşlarıma teşekkür etmek istiyorum.

    proust'un bu kült yapıtının tümünü 2020 yılında okuyabildim. bitirdiğimde de bu yapıtı tümüyle okuyanların çoğunun teslim ettiği bir gerçeği ben de fark ettim. kanımca bu yapıt yalnız edeyat severler tarafından değil, herkes tarafından ve yaşamlarının çok erken evrelerinden başlayarak okunmalıdır.

    yapıtın 1913'te yayımlanan 1. kitabı, türkçeye ilk kez y. kadri karaosmanoğlu tarafından çevrilmiş ve 1942 yılında yayınlanmıştır. yapıtın tamamının çevirisini ise 2001 yılında tamamlayan tek çevirmen sevgili roza hakmen olmuştur. bu çeviri hâlen yky tarafından yayımlanmaktadır. yky, yedi ayrı cilt olarak yayımlanan bu kitabın yedinci cildini, son olarak 17. baskısını yayımlamıştır. bunun tüm kopyaları satılmış olsa bile, yapıtın bütününün ülkemizde çok az sayıda kişi tarafından okunduğu çıkarımı yapılabilir. oysa okunduğunda anlaşılacaktır ki bu yapıt, yaşamını neredeyse bu yapıta adayan bir kişinin öznel duygu ve düşüncelerini yansıtmanın çok ilerisinde bir niteliğe sahiptir.

    ben yapıtı okurken eski bir hekim olarak, içinde her hekimin okuması gerektiğini düşündüğüm pek çok unsur saptadım. bunun başka alanlar için de aynı şekilde geçerli olduğu çıktır. dolayısıyla bu kitapta anlatılanların, hekiminden hukukçusuna, sosyoloğundan sanat tarihçisine, farklı alanlarda bir hizmet ya da bir yaratımda bulunan herkesin ilgi alanında olabilecek yüzlerce konuyu dile getirmesiyle de çok değerli ve önemli olduğunu düşünüyorum. edebi niteliklerinin ötesinde yalnız bu özelliği bile, kitabın ona herkes tarafından okunmasının gerekli kılmaktadır.

    150. doğum gününde sevgili marcel proust'u saygıyla selamlıyor, bu kitabı ona sunuyor; içeriği ile kılavuzluk işlevinin gerçekleştirmesini ve bu konuda üretimde bulunacak herkesin yeni üretimleri için bir çıkış noktası oluşturmasını diliyorum.

    mustafa sütlaş
    10 temmuz 2021, gümüşlük-bodrum

    kitabın sunum etkinliğinin bianet'te yayınlanan haberi için tıklayınız...

     

     

     

      geri

     


     

     

    toplumun sağlığı, hekimin hastalığı "toplumun sağlığı
    hekimin hastalığı"

    2000 yılında başlayıp yirmi yılda biten "sachs'ın hastalığı /
    yazılı okumalar"da ortaya çıkan bir sağlık panoraması

    önsöz

    martin winckler’in yazdığı “sachs’ın hastalığı” yapıtının dilimize çevrilip ilk yayınlandığı tarih aralık 1998. genellikle aldığım kitapların başına aldığım tarihi not ederim. ama buna not etmemişim. yayınlanır yayınlanmaz aldığımı düşünmüyorum, 1999’un ortalarında almış olmalıyım. o tarihlerde okuduğum kitapların ya da yazdığım notların arasında da buna dair herhangi bir bilgi yok. ancak aynı yılın sonlarında bana yapılan bir teklif üzerine 2000 yılının başından itibaren tıp ve sağlıkla ilgili bir siteye haftalık yazılar yazmam önerilmişti, bu kitaba dair ilk notlarım bu yazılar bağlamında gündeme geldiği için okumaya başlamamın da o tarihte olduğunu söyleyebilirim. sonrasında bu kitap benim için bir başucu kitabı oldu. böyle olmasının üç farklı nedeni var.

    bunlardan ilki aynı dönemlerde daha çok üzerinde durduğum “basamaklı sağlık hizmeti”nin gerekliliği konusuydu. 21. yüzyılda sağlık hizmetinin tümüyle bir piyasa faaliyetine dönüşeceğini kestirebiliyordum ve bunun sağlığı değil, sadece sağlıktan para kazanmayı sağlayacağına inanıyordum. ikinci neden yine bununla bağlantılı olarak gündeme gelen ve bizde de başlatılan “aile hekimliği” uygulamasıydı ve hekimler olarak bu konuyu yoğun olarak tartışıyorduk. 1961’de gündeme getirilen, ne var ki ilk birkaç yıl dışında gerçek anlamıyla uygulanmayan, ancak sol, sosyalist, devrimcilerin bir tür inançla savundukları “sosyalizasyonsağlık ocağı” modelinin en azından kentsel alanlar için farklı biçimde uygulanmasının gerekliliğini düşünüyor, buna dair okumalar yapıyordum. üçüncü neden ise sağlık ve tıbba hekimler ve sağlıkçıların açısından değil de toplumu oluşturan ve bu hizmetten yararlananlar, yani bireylerin, hastaların ve yakınlarının bakış açısıyla bakmanın gerekli olduğu düşünüyor, bunu giderek daha yüksek sesle dile getiriyordum. bu amaçla oluşan hasta ve hasta yakını hakları derneğinin kurulmasında rol oynayan, kurulduktan sonra da yoğum biçimde çalışan aktivistlerinden biriydim.

    işte bu üç bilgi ve ilginin kesişme noktasında yeni bir sağlık hizmet modelinin uygulanmasına dair somut bir örneği ayrıntılarıyla ve bir kuramsal kitap olarak değil de yaşanmışlık olarak anlatan bu kitabın, konuyu ortaya koymak ve tartışmak için çok iyi bir araç ve vesile olacağını düşünmeye başladım. bu nedenle kitabı okumaya başladığım andan itibaren ona koşut olarak düşüncelerimi yazmaya ve paylaşmaya başladım. amacım bu romandan yola çıkarak, insana ve sağlığa yönelik bir sağlık hizmet sunumunun temellerini ortaya koyan bir roman değil ama bir el kitabı yazmaktı.

    toplamı 114 bölüm olan kitabın neredeyse yarısından fazlasını (64 bölümünü), 2001 yılının başından başlayıp 2003’ün dördüncü ayına kadar hem okudum hem de yazdım. bu arada diğer hekimleri ve sağlık çalışanlarını bu kitabı okumaları için özendirdim, hattâ yer yer kışkırtmaya çalıştım. kitapla ilgili yazılar yazdım, aynı konuda pek çok yerde konuştum, kitabı ve içindekileri anlattım. yine o günlerde istanbul film festivali’nde bu romandan yola çıkarak yapılmış bir filmi de izledim ve pek çok arkadaşlarıma önerdim. tüm bunlara dair bazı bilgileri ve bu amaçla yazdıklarımı kitabın sonunda göreceksiniz.

    sorumluluğum altında olan bir dolu işle birlikte neredeyse iki buçuk yıl süren bu çalışmayı ne yazık ki tamamlayamadım. nedeni birden çoktu. öncelikle bana daha cazip gelen, ya da daha çok zorunlu olduğum başka işler yazılar ön plandaydı. üretimlerim göz önüne alındığında bunun bir tembellikten daha çok bir yönelim ve tercih değişikliklerinden kaynaklanmış olacağı tahmin edilebilir sanırım. tabii 2006 yılında aktif hekimliği bırakmış olmam, hekimliğimin son döneminde sağlık tıp dışındaki konulara daha fazla yoğunlaşmamın da bunda etkisi vardı. üstelik o dönemde sadece yazma faaliyeti kesintiye uğramadı, okuma ile yazma birlikte gittiği için okuma faaliyetim de kesintiye uğradı. o dönemde masamın üzerinde sürekli duran ama elime alamadığım bir başucu kitabıydı sachs’ın hastalığı romanı.

    bu durum hekimliği bıraktıktan iki yıl sonraya kadar sürdü. o sırada neler olduğunun hikâyesini de biraz ileride o sırada yazdığım diğer önsözde okuyacaksınız. onu da aynen bıraktım. çünkü o da hem hayata, hem de belgeye dahil bence.

    2020 yılının başına kadar, yani 17 yıl sonra hikâyeme yeniden kavuştum. bu kez yazarak okumak yerine, sadece okumayı önceledim. çünkü 2000’de yaptığım tespit çoktan gerçek olmuş, sağlık hizmeti sadece bir takım bilgisayar protokollerinin uygulandığı teknik bir iş hâline gelmişti, insanlar daha çok ‘sağlık hizmeti ve ilâç’ tüketiyor, daha çok ‘tıp teknolojisi’ kullanıyor, daha uzun yaşamalarına karşın daha az sağlıklıydılar. dolayısıyla ne onlar, ne de bu hizmetten sorumlu olanların benim söyleyeceklerimi düşünüp, tartışmaları ve kafalarına yatarsa uygulamaları artık olanaklı değildi.

    ancak bu yılın başında tüm dünyayı ilgilendiren bir virüs tüm bunları yeniden tartışmaya açtı. dahası bu önsözü yazdığım günlerde dillendirilen “kötümser” tahminler gerçek olursa, ortada dünya, sağlık sistemi ve sağlık diye bir şey kalmayacağının farkına vardım. işte o zaman bu kitap içinde yazılanlar ve benim onlara dair düşündüklerim başka bir anlam kazanmaya başladı. iki farklı amaca yönelik olarak bu yazma işini sürdürmem gerektiğine karar verdim.

    bunlardan ilki yirmi yıl önceki amacımla aynıydı. eğer dünya üzerinde insanlık yok olmaz da kalırsa, onların gereksindiği sağlık hizmetini düzenleme göreviyle yükümlü olanlara insanı ve sağlığı önceleyen bir kılavuz sunmaya çalışmış olacaktım. bu olasılık gündeme gelmezse, olanlara dair bir belge olarak yararlı olabilirdi bu kitap. ancak hemen eklemeliyim ki bu belge gerçekleri tersinden okuyan bir belge olabilir ancak. bu ise gelinen noktanın yani insanlığın sonunu açıklayan yaklaşımlardan birisi olarak okunabilir.

    dolayısıyla daha önce yazdığım 64 yazıya bir de bu gözle bakarak ve romanın kalan elli bölümünde dile getirilen noktalara dair düşündüklerimi de içeren bir yeni “kılavuz belge ve e-kitap” ortaya çıkabileceğini düşündüm ve bu yapıt ortaya çıktı.

    covid-19 pandemisi hâlâ sürüyor. henüz bana ulaşamadı, bundan sonraki süreçte ne olur, onu bilmiyorum. belki de bu kılavuz belge bir anlamda bu sürecin de bir güncesi gibi okunabilir. kuşkusuz yaşadıklarıma bir metin yazmayacağım ama aradaki notlar ve metinde öncelenen noktalar kuşkusuz bu yaşananların izini taşıyacak.

    1998’de basılan kitabın editörü sevgili halil gökhan’ın o günlerde, kitabın yazarıyla yaptığı bir söyleşiyi de bu işe yeniden soyunduğum şu sıralarda okudum. oradaki bilgiler üzerinden nette bir tarama yaptım. winckler’in aynı minvaldeki çabalarını şimdi yaşadığı kanada’da sürdürdüğünü öğrendim. bu kitaba benzer başka kitaplar yazdığını ve yazılarını benim gibi, kişisel bir internet sayfasında yayınladığını da öğrendim. fransızca bilmediğim için onlara ve yaptıklarına çok vakıf olmasam da benzer dertlerden muzdarip sağlığa, tıbba ve hekimliğe başka türlü bakan benzer insanlar olduğumuzu hissediyorum. muhtemelen onun da benzer bir çabası vardır ve eğer üretiyorsa onun yazdıklarının daha sonraya kalmasının daha muhtemeldir; ancak hiç bir çabanın boşa gitmeyeceğini düşünerek bu yolculuğa yeniden başlıyorum.

    dilerim herhangi bir bağlamda işe yarar ve en azından bir okuyanı olur.

    10.09.2020, dereköy

    marc zaffran
    marc zaffran (2019)

    “ben iyileştirmenin ve yazmanın mümkün olduğuna inanıyorum, tabii ikisini de birlikte yapmak zorunlu değil. doktor daha çok bir “okur”dur, “dinleyici”dir; o “okur” ve hastalarını dinler. konuşmaz. evine döndüğünde de, işlerini bitirdikten sonra yazabilir; ve çoğunlukla yaptığı işten esinlenen şeyler yazacaktır. bütün kültürlerede doktor yazarlar bulunmaktadır; fransa’da jean reverzy, abd’de william carlos williams, portekiz’de miguel torga, ingiltere’de somerset maugham; ve kuşkusuz başka ülkelerde de benim tanımadığım birçok doktor yazar vardır mutlaka. edebiyatın gücü olup olduğunu tam olarak bilmiyorum ama kitapların “iyileştirdiklerine” inanıyorum, çünkü kitaplar bilgiyi, duyguları ve deneyimleri paylaşma aracıdır. bu anlamda, dünyayı değiştirmemize yardımcı olur kitaplar. iyileştirmek ve yazmak, paylaşmaktır.”
    Martin Wincler (Marc Zaffran)

     

     

     

      geri  

     

     

     


    2020-10-11-aliye    

     

     

     

      geri  

     

     

     

    bütün hikâyeleri - III    

    "ayağıma gelen hikâye"


    her gün yüzlerce tren binlerce hikâye getiriyor,
    binlerce hikâye alıp gidiyordu.
    istasyonun kapıları insan alıp insan veriyordu.

    sait faik, “hikâye peşinde” (az şekerli-1954)

     

    boşluk
    bomboş var olacağım.
    kendi doluluğumun boşluğunda.
    ve bir başıma. ve bağımsız.
    ovadaki yalnız ağaç gibi.
    yaşlı ve büyük. ve yalnız.
    o vadide. bir yamaçta.
    başıma buyrukluğuma hayranım.
    tezer özlü

    “yaşamın ucuna yolculuk” s:24

    hikâye ayağıma geldi!

    benimkini tren getirmedi; hayat getirdi. ortasını çoktan geçtiğim uzun yolculuğumda... “hikâye ayağa gelir mi” demeyin... gelir!

    sanırım aşağıda okuyacağınız hikâyenin bütünü, dışarı çıkınca kapımın önünde açan gül ağacından ‘beni devşir’ diyen bir gül goncasını kesip, sonra da verecek güzel bir kız aradığım için ayağıma geldi. tıpkı ‘hayat’ gibi. hayat kim mi? bir bilsem!.. sadece var olduğunu hissediyorum. hep 20 yaşında, hep bana bakıp gülen bir kız... belki de bir kadın... benim olmasını ya da ona ait olmayı istediğim ama bunun da hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini bildiğim birisi. bir düş! yaşam gibi, ‘hayat’ gibi.

    “sen güzel bir kız istedin; ben sana, sana benzeyen yaşı geçmiş bir adam getirdim” dedi hayat.... haklı güzel bir kız bulamadım. bekledim, aradım ama karşıma çıkmadı. itiraf edeyim ben de çok aramadım doğrusu. yalnızca geleni gözledim, gelecek olanı bekledim. çoktandır sait faik olmaya, onun gibi yaşamaya karar verdim. ‘olunur mu’ demeyin. kendiliğinden kuruluyor benzerlik. üstelik yalnız hayalde değil. gerçekte de, yaşarken de. tabi bu, bu aralar çok sait faik okuduğum için olabilir. belki başka birisini bu kadar çok okusaydım ona benzerdim. yine de doğru kişiymiş gibi geliyor, belki inanmayacaksınız ama benziyor pek çok yönümüz. en çok da ‘haytalığımız!’ dolanıyorum sokaklarda. onun gibi hayta! hattâ ‘haybeye’ desem daha doğru olur. size onun pek çok öyküsünden küçük alıntılar yaparak bu koşutlukları gösterebilir, savımı kanıtlayabilirim. o da benim gibi ‘haytalık yapmıyor, arıyordu’ bana göre.

    benim o olmayan güzel kadını aradığım gibi o da hayatı, hayatın içindeki insanı, insanların arasında da kendisini arıyordu; tıpkı benim gibi. aslında yaptığımızın adı haytalık değil. ben de kendimi arıyorum hayatın içinde, tıpkı onun gibi, bulunca da yazıyorum, tıpkı onun gibi. farkımız onu milyonların tanıyor ve okuyor olması. beni ben bile tanımıyorum ki, onun gibi milyonlar arasın.

    belki bir farkımız da onun gerçeği bulmuş olması, ama bulduğunu nasıl ortaya koyacağını bilememesiydi. onun yazdıklarının güzelliği de burada bulduğunu daha güzel ifade etmek için uğraşması. bilmiyorum en güzel ifadeyi buldu mu? sanırım o da bilmiyordu, onun için de son anına kadar yazdı. kendisine kanıtlamak için. benim gibi. insan yaşadığını yazdığı sırada görüyor, anlıyor daha bir. aleve değen parmağın, değdiği sırada değil de sonradan parmağında yangını hissetmesi gibi. dediğine göre yaşamının sonuna doğru bulur gibi olmuş, yaşamının sonu ve bulduğunu bilmese de. tanığımız da, kanıtımız da yok; belki de bulduğunu sanmış. hattâ böyle sandığını da yazmış, ara ara. yine biraz kendisi, biraz hikâyelerinin kahramanları üzerinden bulduklarını, demek istediklerini anlatmış. uzun hikâye. üstelik de henüz yazılmamış, birisinin yazmasını bekleyen bir hikâye...

    bana gelince yaşarken kendimi buluyor muyum bilmiyorum; ama onun dediği gibi bir dolu hikâye bulduğum, en azından tanık olduğumu kesinlikle söyleyebilirim, yazılsa da yazılmasa da, düşlense de söylense de... trenler, otobüsler, tekerlekler, ayaklar, rastlantılar getiriyor hikâyeleriyle birlikte insanları, ya da beni onlara götürüyor. buluşuyoruz kısacası. siz ancak yazıldığında haberdar oluyorsunuz ama.

    arayan buluyor, bakan görüyor, dili yeten anlatıyor.

    bazısı yalnızca yaşıyor, yaşadığını gösteriyor. ben aracılık ediyorum, becerebildiğimce...

    bodrum’un ana caddesinden aşağıya doğru iniyorum. turist kalabalığı az çok başlamış bu bahar da. havanın ısısını aldırmadan kendilerini kurguladıkları halde dolaşıyorlar. kolları bacakları çıplak. bedenleri çıplak ama yaşamları bir kara kutu; hikâyeleri ilk bakışta, dışarıdan baktığında hemen sezilmiyor, görülmüyor...

    gençler az içlerinde. çoğu orta yaşlı avrupalı. şu sıralar fiyatlar düşük olduğu için yeğlemiş olmalılar buraları. belki de benim gibi, sakin halini seviyorlar buraların. her yerden çiçeklerin fışkırdığı, küreselleşmenin tüm kötülüklerinin henüz hepsini alıp götüremediği bin bir kokuyu sevdikleri, o kokular, o çiçekler onlara geçmişi, gençliklerini, gençliklerinde yaşadıklarının benzerlerini sunduğu için geliyor olmalılar.

    bazılarının yanlarında yeni yetme çocuklar var. ergenliğini yaşayan ama kendilerini ‘kadın’ ve ‘erkek’ saymak isteyen çocuklar. onlar henüz gidenlerin, gidecek olanların farkında değiller, sadece gelecek olanın beklentisi, belki de umudu içindeler... yeni bir ‘aşk’, ucundan tutacak yeni bir ‘bağ’, hayallerine ulaştıracak yeni bir ‘köprü’ arıyorlar belki de. henüz boş sayfaların üstünde oturuyorlar. en üstte, en başta oldukları için de genel bir mutluluk hali egemen hepsine. ötekiler de mutlu ama onlarınkinin içinde hafif bir bozluk, bulanıklık var. hüzün diyorlar adına. o gençliğin ne yaparlarsa yapsınlar geri gelmeyeceğinin bilincinde olma hâlinin verdiği bir hüzün.

    bir trenin, ya da duramayan bir taşıtın penceresinden bakar gibi onlara değmeden, bakıp yürüyorum aşağıya doğru. değmiyor muyum gerçekten? bilmiyorum. ama onlar değmediğinin farkındalar, ben ise belki bir süre sonra hissedeceğim değip değmediğimi.

    mayısın ortasına gelsek de hâlâ baharın serinliği birazdan ısınacağını vaat ederek dolaşıyor tenimin çıplağında. benim de keyfim yerinde aslına bakarsanız. aklıma henüz verecek birisini bulamasam da o kopardığım gonca gül geliyor; burnuma tutuyorum, artık kokmuyor... geçmiş! yoksa burnum da mı hissedemiyor her şeyin kokusunu. özellikle de geçmişte çok farklı kokular saçanları. yoksa burun da mı unutuyor. kimse bunu araştırdı mı acaba? unutmak biraz da böyle bir şey olmasın. unutulanı algılayacak almaçların ölmesi olamaz mı acaba? beyindeki hücrelerden önce ölüyorlarsa onlar. dokunmayı ellerin unuttuğu gibi bir şey meselâ? deri ölünce sertleşmiyor mu? duyu almaçları o sertliğin çok altında kalmıyorlar mı? ya unutma böyle bir şeyse? kim diyebilir, kim bilebilir?

    yabancı gençlerden birisine vermeyi aklımdan geçiriyorum, artık kokusunu alamadığım, ve anımsayamadığım o gonca gülü; dudağımın ucundaki yarım gülümsemeyle birlikte, çok şey anlatan ama anlaşılmayan.

    ne yapardı acaba?

    “hey genç bayan, güzel kız, bu gonca gülün kokusunu belki senin burnundaki almaçlar hissedebilirler, almaz mısın bunu benden?”

    bir kahkaha atardı önce. muhtemelen. sonra ben de eşlik ederdim, mutlu olduklarını hisseder hissetmez. herhâlde ne kadar misafirperver olduğumuzu düşünürlerdi ilkin. hem de her an onları kazıklamak isteyen dükkân sahipleri, çalışanlarını hesaba katmadan. belki de başka şeyler, örneğin yeni aşklar, maceralar aklına gelirdi. umutlanırdı. ben de umutlanır mıydım acaba?

    vermiyorum, veremiyorum. çünkü düşlediğim ‘güzel’ onların arasında yok. üstelik belki burnum birazdan duyabilir o goncanın derinlerdeki kokusunu. kalenin yanından geçip daha tenha olduğunu düşündüğüm mendireğin ucuna yürüyorum. oradaki çay bahçesi tahmin ettiğim gibi dolu değil. güneşin yönünü kestirip, boş masaların arkasındaki ahşap görüntülü bir plastik sandalyeye oturuyorum.

    bahar güneşi ne güzel. işte hep bu sıcaklığı arıyorum tüm yaşamımda. yeşil sarı, bir örnek kıyafetli garsonlardan biri yanıma geliyor, ben daha ‘oh’ demeden. gülümsüyorum ona. anlamıyor neden güldüğümü. o da gülümsüyor. düşlediğim ‘güzel’ o da değil. gülmemin sebebi de onun güzelliği ya da hemen gelmesi değil. ona ezberletileni, ondan isteneni aynen yapmasındaki teslimiyet!

    ama beni acıtan onu acıtmıyor, belli ki. yazık! aklıma gelenin ayrımında bile değil: özgürlük!.. ya da zorunluluk...

    hâlbuki şöyle olsaydı bu sahne.

    “oooo hüseyin amca epeydir görünmüyordun, hoş geldin, bir sorun yoktur umarım, nasılsın? bahar geldi ha? dedem gibi sen de sıcağı seviyorsun değil mi? bu kışı da atlattı dedem. ‘kışa kadar ölüm yok gari’ diyor. sen de öyle mi düşünüyorsun. yok yok sen gençsin ondan. daha çok var, kışları dert etmene. bu goncayı da yoksa bana mı getirdin. sen ne güzel bir adamsın be hüseyin amca. çıktığım oğlan bile bu kadar güzelini vermedi bana hiç!”

    herhâlde başka bir dünya olurdu bu dünya.

    gonca gülü masanın üzerine bırakıyorum ve bir bira ile patates kızartması söylüyorum her geldiğimde yaptığım gibi. yeşil sarı bir örnek kıyafet gidiyor içindekiyle birlikte. bir robot gibi. aldırmıyorum!

    akşam, güneşin ılıklığı, göğün rengi, denizin hafif hafif sallanması, diğer masalarda oturan insanlar... birkaç ‘çift’! çiftler mi sahiden? belli olmuyor buradan, ellerindeki telefonlarla cebelleşiyorlar. yalnız ve uzakta görünüyorlar birbirlerinden, kendilerine benzer pek çoğu gibi. yeni hikâyelerime konu olacak, hayal edeceğim kimseler var mı aralarında diye süzüyorum, her birini teker, teker. oradaki çift gibi onların da çoğu ellerindeki büyük ekranlı telefonlara tabletlere eğilmiş. içinde yaşadıkları dünyayı görmüyorlar, uzaklardaki dünyalarda hayallerini arıyorlar, onlar da benim gibi. farkımız sadece mesafe. o da derecesi artan gözümden mi kaynaklanıyor acaba?

    yok, biri var galiba. onlardan farklı, onlara benzemeyen biri!

    bir an aynaya baktığımı düşünüyorum. bana mı benziyor ne? belki de ben ona benziyorumdur... başkalarının da bu benzerliğin farkında olup olmadığını anlamak için gözlerimle herkesi bir daha tarıyorum. kimse ne onun, ne de benim farkımda. tıpkı buranın, bu çay bahçesinin, burasının bodrum kalesi’nin dibi olduğunun farkında olmadıkları gibi. bahçenin masalarıyla yandaki belediye parkının kanepeleri arasında hem çay bahçesinde, hem parkta, ya da ne çay bahçesinde, ne parkta, tam arada oturmuş o adam da benim gibi sınırda belli ki? yaşamın sınırında...

    bir bisiklet de var, hemen yanına koymuş. bisikletin önündeki selede de birkaç torba. daha önce rastladığım birisi değil. başındaki beyaz sporcu kepini ve tereğinin altındaki seyrek sakallarını fark ediyorum. hırpani değil ama, öyle bir izlenim vermeye çalışıyor sanki. gözleri de biraz buğulu baksa da sarhoş değil. oturduğu kanepede çay bardakları ve fincanlar var. birisi daha yarı. oradan çıkarıyorum. elinde de bir gitar var. biraz eskice. bir ‘gezgin şarkıcı’ diye düşünüyorum ama o yaşları çoktan geçmiş sanki. şenliklerde dolaşarak gitar çalan latin çalgıcılar gibi gitarın sapını, başının yanına doğru yukarıya doğru tutuyor. çalıyor aslında. elleri de gitarın gövdesinde değil sapına yakın yerlerde geziniyor. değişik bir tınısı var çıkan sesin. sanki gitara yeni başlamış birisi gibi çalıyor. elindeki gitar ama sesi de biraz uda, biraz da cümbüşe benziyor. ya telleri, ya akordu farklı düzenlenmiş. çalma şekli belki de, onu latinlere benzetmemin nedeni. çalıyor ve bir yandan da kısık bir sesle, sanki fısıldar gibi söylüyor. tanıdık bir şarkı bu. tam duyamıyorum. arada esen rüzgâr sesini öte tarafa götürüyor.

    hikâyesini merak etmeyi bırakıyor, benzerliğimize takılıyorum.

    “yapmayı hayal ettiğim şeyi yapan, yalınayak başı kabak yollara düşen birisi mi acaba?”

    “yok!”

    .....

    “devamı için bana bir mesaj yollamanız yeterli...”

      geri  

     

     

     

       

    "nazire"

    on yedi yaşımdan bu yana ‘şiir’ yazmaya çabalıyorum.
    şiiri çok ağır bir işçilik olarak gördüğüm için onlara “şiir” demekten hep kaçındım. benim için onlar hep ‘şiirimsi’ olarak kaldılar.

    mart 2020 / dereköy

     


    geçerken uğranılacak şiirler değil
    geçidini bulacaksın
    kendi içinden geçerken
    21 temmuz 2019
    Murathan Mungan,

    Çağ Geçitleri, s:7

    öndeyi

    on yedi yaşımdan bu yana ‘şiir’ yazmaya çabalıyorum.

    şiiri çok ağır bir işçilik olarak gördüğüm için onlara “şiir” demekten hep kaçındım. benim için onlar hep ‘şiirimsi’ olarak kaldılar. kendi çevremde ve şiirlerin hitap ettiği insanların bazılarıyla paylaştım. hiç bir basılı şiir kitabım olmadı ve şiirlerim herhangi bir dergide yayınlanmadı. zaman zaman yazdığım diğer yazıların içlerinde, başlarında sonlarında ve uzun bir zamandır kullandığım kişisel sitemde zaman zaman yer aldı.

    şiirimsilerim asıl olarak bir iletişim yolu olarak doğdu. sözcüklerin ifade ettiğinden daha fazla anlamları olduğu zamanlarda -ki bunlar daha çok duygusal olarak yoğun yaşadığım anlardı- kendimi onlarla ifade etmeyi yeğledim. genel olarak bir anlamın peşinde olduğum anlardı o anlar. zaman zaman da sözcüklerin ardına düşüp onların götürdüğü yerlere ulaşarak çeşitli denemeler yaptım.

    bir başka denemeyi ise belirli koşul ve zamanlar içinde özel dizilere soyunarak yaptım. örneğin belirli bir süre boyunca her gün bir şiirimsi yazmak gibi. ya da belirli bir insana yine belirli bir zaman diliminde ya da sayıda şiirimsiler, dizeler üretmek gibi. bunların bazılarını e-kitap hâline getirip muhataplarıyla ve bazen de katkıda bulunanlarıyla paylaştım. genel olarak beğenildiler. önemsendiler ve çok az da olsa paylaşıldılar.

    aslında yazma ediminin kategorik ayrımları olduğunu düşünmüyorum. bir yazar yazı hâlinde okunabilecek her şeyi yazabilir ve yazmalıdır da. önemli olan onun bu yöntemle ifade etmeyi seçmesi ve seçtiği bu yöntemin temel kurallarına göre yazmasıdır. burada kurallar derken o kadar katı değilim. kurallar her şeyden önce aşılmak, yok edilmek için vardır bana göre. değişim bunu gerektirir. benim söz ettiğim kurallar metnin alıcısıyla aynı noktada buluşmamızı sağlayabildiği, ona imkân tanıdığı kadarıyla vardır ve bu adlandırmaya uyarlar.

    hiç saymadım ama bugüne kadar sanırım binden fazla şiirimsim olmuştur. onları bir yerde toplar zaman zaman da okur yeniden eklenecek ya da çıkarılacak sözcükler, dizeler olup olmadığını kontrol ederim. herkes için geçerli midir bilmem ama her okuyuşumda yazdığım sıradaki duyguları, düşünceleri düşünürüm. bu beni mutlu eder. hem o duygu ve düşüncelerin bende hâlâ yaşamasından dolayı, hem de işçilik anlamında eksiği fazlası olmadığını gördüğüm için.

    bu kitap da böyle bir deneme. sevgili mungan’ın “çağ geçitleri” kitabı çıktığında gördüğüm kitapçılarda onu üç kere elime aldım, “şimdi değil” deyip, üçünde de geri koydum. sonuncusunda ise aldım ama okumadım. iki gün içinde neler yazmış olabileceğini düşündüm. özellikle adının bende yaptığı çağrışımlar kafamda dönenip durdu. “çağ” bugünü, içinde olduğumuz anı anlatıyor olmalı diye düşündüm. “geçit” ise hepimizin hâlini yansıtıyor olmalıydı. kendi kendime “sevgili murathan’la yaşıtız. muhtemelen aynı zamanlarda şiirle tanıştık ve belki de denemeye başladık. aynı dünyada ve aynı coğrafyada yaşadığımız için şimdi de aynı dertlerle cebelleşiyor ve düşünüyoruzdur muhtemelen” dedim ve bir karar verdim.

    onun her şiirindeki bir sözcük ya da anlamdan yola çıkarak bir şiirimsi de ben yazmalıyım dedim. gördüm ki aslında o da daha kitabın başında “geçerken uğranılacak şiirler değil geçidini bulacaksın kendi içinden geçerken” diyerek tam da bunu istediğini belirtmiş. düşündüklerim doğrulanınca kararımı uygulamaya geçtim. her şiiri okudum, bitince onun içinden bir şiirimsi de ben çıkardım, diğerine geçmeden. giderek bir hesaplaşma ve kendini tartışma ve bulmaya çalışmaya dönüştü bu macera. toplam elli dört gün sürdü ve bu süre içinde on beş kez elime aldım kitabı ve her şiirine, hatta her ara başlığı için birer şiirimsi yazdım. bir kaç tane de fazlası var aslında tematik benzerlikleri nedeniyle kendimden eklediklerimle ve arka kapağındaki dahil 101 sayıda şiirimsi çıktı ortaya.

    bu çalışmanın adına da değinmem gerekiyor. “nazire”sözcüğü arapça “eş, değer” anlamında kullanılan “nazir”den geliyor. dilimizdeki anlamı olarak benzetilerek ya da karşılık olarak yapılan davranış ya da söylenen söz demek. edebiyatta ise bir şairin şiirine başka bir şair tarafından aynı şekil, vezin, kafiye ve redifle yazılan şiir anlamına geliyor. bize iran edebiyatından geçmiş ve genellikle divan edebiyatında kullanılmış. bu tür yazı ve şiire “nazire yazma, tanzir, tanzir etme” de denmiş.

    benim bu çalışmada yaptığım elbette divan edebiyatında olanın aynısı değil. ayrıca ben bunu “çağ geçitleri” içinde yer alan her şiir için tek tek ve şiirlere karşılık olarak da yazmadım. benim bu adı vermemin nedeni aslında sevgili murathan mungan’la aynı dertten muzdarip olduğum ve benim de bunları bu vesileyle ifade etmek istememdir. tabii ki söylenmesi gereken bu bağlamda “her ne kadar sürç-i lisân ettikse affola” demek.

    bu e-kitap böyle çalışmanın sonucu olarak doğdu. yine aynı yolla paylaşıma açılacak. tabii ki başta sevgili mungan ve onun yayıncısı metis’in yayın yönetmeni sevgili müge görsoy sökmen başta olmak belirli muhatapları var ve onlara öncelikle ulaşacak.

    epey bir zamandır çok olmak ve çoğalmak en önemli dertlerim arasında, bu çalışmanın ardındaki bence geçerli anlamlardan birisi, eğer bu çalışmanın bir değeri olduğunu düşünür ve bana da haber vererek paylaşırsanız siz de o çokluğa katkıda bulunmuş, dolayısıyla beni mutlu etmiş olursunuz. hem de daha çok çoğalmış oluruz.

    “tüm çağ geçitlerini birlikte açmak ve aşmak dileğiyle...”

     

      geri