valiz içinde yaşamak

"valiz içinde yaşamak / bir münzevinin güncesinden bir mültecinin güncesine"

""hayat okulu"nda öğrenmek ve paylaşmak "

"benim, bizim, hepimizin yaşadığımız hayatın okullarında öğrendiklerimizi birleştirebilsek, sevgili şehbal'in yaptıklarını yapabilsek ve onları çoğaltıp yayabilsek keşke... bunun mümkün olmadığını söylemeyin, biliyorum. ama bir yerden başlanabileceğini de..."

  "benim üniversitelerim" üzerine değerlendirmemi okuyanlar görmüştür, "hayat okulu"nda öğrendiklerimizi formel eğitim alırken öğrendiklerimiz kadar, hattâ daha fazla önemsiyorum.
kendi yaşamıma baktığımda, tıpta uzmanlık eğitimini de dahil edersem 21 yıllık formel eğitim yaşamım olmuş. o sırada öğrendiklerimden daha çoğunu yine tıp alanında, hekimlik mesleğini uygularken hastalarımdan, birlikte çalıştığım arkadaşlarımdan, hem de bu sırada ziyaret ettiğim, gezdiğim gördüğüm sağlık kurumlarından öğrendiğimi söyleyebilirim.
bunların yanında mesleğimle doğrudan ilgili olmayan konularda da yine hayatın içinde pek çok hayat okulu ya da "kendi üniversitelerim"i bitirdiğimi düşünüyorum.
bu okulların içinde öncelikle her türden örgütlenme var: meslek örgütleri, hak temelli sivil toplum birliktelikleri, çeşitli nedenlerle bulaşıp, sonrasında severek sürdürdüğüm gazetecilik, radyoculuk gibi iletişim ve eğitim alanları başta olmak üzere farklı konulardaki çalışmalarım, ayrıca yaşamım boyunca hemen her zaman bir şekilde yolunu bulup sürdürüğüm, insanı insan kılan sanat ve kültürel alanlarındaki faaliyetlerim, bana pek çok şey öğreten diğer "hayat okul"larımdı.
kuşkusuz bunlar hemen herkesin yaşamları boyunca gerçekleştirdikleri işlerden sayılır, dolayısıyla bunlara benzer işlerle uğraşan hemen herkesin bu okullardan mezun olduğunu da kabul etmek gerekir. ancak pek azımız gorki gibi bunları başkalarına anlatarak görünür hâle getirip paylaşıyor, böylelikle de bir farkındalığı sağlıyoruz. onun için gorki'nin üniversiteri, "benim", "sizin" hepimizin üniversiteleri ve buralarda öğrendiklerimiz çok önemli ve sürekli zikredilmesi, işaret edilmesi gerekli. bu nedenle o ve benzerlerinin yaptıklarını da her zaman görünür kılmaya çalışıyorum, çünkü benim öğrendiklerimi başkalarının da öğrenmelerini istiyorum. bu ta çocukluktan gelen bir alışkanlık, hattâ değişmez bir ödev benim için.

doğa, insanlar, kurumlar, olaylar ve meraklarımız
bu öğrenme süreçlerini o üniversitelerin "öğreticileri"ne göre gruplayarak şöyle ortaya koyabilirim:
onların en başında aile bireyleri, yakınlar, akrabalar, komşular, insanın çevresinde bulunan tüm insanlar, özellikle de arkadaşlar ve dostlar var. burada yalnızca kendimizden büyük olanlardan ya da akranlarımızdan öğrenmiyoruz, küçükler ve çocuklardan da bir çok şey öğreniyoruz.
yalnız insanlar mı? hayır tüm canlılar ve cansızlar, yani doğa da bunlara dahil. bu yüzden "bana bir kelime öğretenin kırk yıl kölesi olurum" sözünün benimsendiği bir kültürde yaşayan bir insan olarak bu "üniversite"ler benim için çok değerli ve hayat boyu süren birer okul olduğunu yadsımam olanaksız.
hayatın içindeki öğreticilerin ikinci grubunu da "kurumlar, örgütler, resmi ya da gayri resmi yapılar" oluşturuyor. bu yapıların içindeki herkesle birlikte bizatihi kurumların kendisi de alışıldık uygulamalarıyla, yaptıkları, yapmadıkları ve yapamadıklarıyla herkes için birer "okul"dur. kuşkusuz bunların başında da "devlet" ve onun içinde yer alan "aile kurumu"nu saymak gerekir. kanımca hepimiz bu kurumların öğrettikleri sayesinde âdeta bir "tornadan" geçiriliyor, böylelikle yaşam boyu şekillendiriliyoruz.
burada bir noktanın altını çizmek gerekir: "insan yalnız doğrulardan öğrenmez, ondan çok daha fazlasını yanlışlardan, haksızlıklardan, istenilmeyen karşılaşmalardan, hattâ maruziyetlerden ve mağduriyetlerden de öğrenir. bu kurumların öğrettiklerinin her iki unsuru da çok iyi öğretici olduğu için çok önemli bence. örneğin çaresizlikleri ve tükenme hâllerini en çok bu yapılardan öğreniriz. genellikle de bu öğrendiklerimiz, bizi, yaşamlarımızı değiştirmek zorunda bırakır.
üçüncü gruptaki öğreticiler ise "karşılaştığımız, yaşadığımız, her türden olaylar ve olgular"dır. gerçekleşmesi bize bağlı olanlardan daha çoğu da tesadüfen ve istem dışı yaşanan olaylar ve onların yarattığı durumlardır.
bu durumlardan başında da yaptığımız "yolculuklar" vardır. istemli ya da zorunlu, tekil ya da çoğul olma hâline bağlı olarak bunlar diğerlerinden çok daha komplike ve çok yönlü öğreticilerdir. daha üst düzey bir okul olan her türden "yolculuk"lar dahil bu okullar, insanların ölene kadar yaşadığından öğrenen herkes için süren bir öğrenme odağıdır.
bunlara bir dördüncüsünü de eklemek gerekir: o da insanın kendi merakı ve aktif çabasıyla, emek harcayarak yaşadığı çeşitli unsurlardan öğrendiklerinden oluşur. bunun için gerçekten özel bir çaba ve emek harcamak gerekir. çoğu zaman da bedeli de etkisi de öncekilerden çok daha büyük olur.
örneğin bir kumsalda denizin suyunun kumsalın kumuyla oynaşmasından ya da bir kediyle bir kuşun birbirleriyle kurdukları ilişkiden öğrenilecek pek çok şey, çıkarılacak pek çok ders bunlara iki küçük ve basit örnektir. görür, dikkât eder, inceler ve anlarsanız öğrenirsiniz. bu bilgileri ancak uğraşarak elde edebilirsiniz ve öğrenme biçiminden kaynaklı olarak da yaşam boyu asla unutmazsınız.

kısacası gorki'nin bitirdiği üniversitelerin hemen hepsinden herkes yararlanır ama buna karşın hiç kimse mezun olamaz. çünkü onlar yaşam boyu süren okullardır, kimseyi mezun etmezler, diploma falan da vermezler. dinamik ve akan bir hâldeki yaşamın bilgisidir onlar. her birimiz de varoluşumuzu aslında onlara borçlu oluruz.

"valiz içinde yaşamak" ne demek ve nasıl olur?
bu konular üzerinde bu kadar derin düşünmemi, gorki'nin kitabıyla eş zamanlı okuduğum bir başka kitap sağladı: sevgili arkadaşım şehbal şenyurt arınlı'nın yazdığı "valiz içinde yaşamak / bir münzevinin güncesinden bir mültecinin güncesine" adlı anı / anlatı kitabı.
sevgili arkadaşım beş yıl önce, çok sevdiği ülkesini, evini, yaşamını terk ederek yurt dışına çıkmak, almanya'da yaşamak zorunda kaldı. her zaman olduğu gibi orada da üretmeye ve birileri için bir şeyler yapmaya devam ediyor. bu arada yazıyor, yazdıklarını da yayınlıyor. söz ettiğim kitabında da, daha önce yayınlanan ve macar yazar terezia mora ile yaptıkları yazışmalardan doğan ve alman pen'i tarafından iki dilli olarak basılan "zwei autorinnen im transit / ein dialog" kitabında yazdıklarına devam ediyor. bu kitap da yine iki dilli olarak ve yine alman pen'i tarafından basıldı.
sevgili şehbal de tıpkı gorki gibi "valiz içinde yaşamak"ta kendi üniversitelerinden söz ediyor, almanya'daki macerasını bir bölümünü otobiyografik bir roman gibi bizlere anlatıyor. anlatırken de bir çok şey öğretiyor.
aslında gorki'nin ya da gerçek adıyla aleksey maksimoviç peşkov'un "benim üniversitelerim"e başka açılardan da benziyor sevgili şehbal'in bu kitapta anlattığı yaşamı.
bir ütopyayı değil, yer yüzünde başka örnekleri de olan, yani mümkün olan bir gerçekliği inşa etmeye çalışırken, değişmez öğreticilerden "devlet"in yarattığı bir "durum" sonucu, kendi ortam ve çevresinden uzaklara doğru bir yolculuğa çıkmak zorunda kalan sevgili şehbal, öğrendiklerinin ve yaşadıklarını bir tür günlük biçiminde, içinde ve dışında olan biteni, ve bu sırada üretilen pek çok hayat bilgisini bizlere sunuyor, paylaşıyor. metnin içinde söz ettiği konular çok önemli, yer yer öznelliklerini de katarak ama çoğunlukla bir maruziyeti hâlini okuyana somut olarak gösterecek şekide sırayla anlatıyor. küçük ya da büyük yaşadıkları ve karşılaştıklarından kendi öğrendiklerini bize aktarıyor ve öğrenmemizi sağlamanın ötesinde bir tür kılavuz da oluyor:

   
"antre küçük, kare. bütün kapılar buraya açılıyor. dairenin giriş kapısı -sağdan sola- banyo, tuvalet, murfak, yatak odası, salon, çalışma odası. tekrar giriş kapısı.
kokuyor.
ıssızlık kokuyor.
ekşi ekşi.
burası sürgün yazarlar için yaratılmış geçici, kutsanası bir sığınak.
burada yaşanmış tutunma çabaları kokuyor, kan ter içinden, ter içinde yeniden doğma çabaları kokuyor. sığınma hâlleri kokuyor.
ekşi. kekremsi. yüzümüzü kuruladığınız havlu günlerce güneş görmeyen yerde kalır da küfle karışık kir, ter kokar hani. işte öyle." (s:27)

onun bu güncesindeki yer alan bilgiler dediğim gibi çok önemli. ancak başa geldiğinde fark edilecek, algılanacak, öğrenilecek, kavranılacak durumlar. hiç kimse geride sevdiklerini bırakıp bu tür zorunlu yolculuklara çıkmamalı. ama ne yazık ki küreselleşmiş dünyada kurulan yeni dünya düzeni bir çok insanı buna maruz kılıyor. herbirimiz bir gün böyle bir zorunlulukla karşılaşma potansiyeline sahibiz. onun için bu tür paylaşımlar herkes için çok daha önemli. anlatılanları okuyarak ve hissederek düşünmekle, birden bire maruz kalmak arasındaki farklar büyük ve daha acıtıcı.

   
"uzun uzun bir kez daha anlatıyorsun camın nasıl kırıldığını; onu, zorlu bir konudaki yazma sürecinde yoğunlaşmasını bozarak rahatsız etmek istemediğin.
...
seni boğan notlardaki 'şiddet kullandığın' imâsı. hele hele 'yalan söyleyebilmiş olabileceğin' imâsı. şiddet ve sen! yalan, kaytarma ve sen! bütün ömrün boyunca mücadele ettiğin bir hâli, bir cam kapıda yaşamış olabileceğine dair oluşturduğun kuşku! yok olmak istiyorsun! yok olmak!" (s:65-76)

bu tür durumlarda insanlar yaşamda kalmaya uğraşırken, yaşayabilmek için yeni bir şeyler öğrenirken, birden yok olmayı düşünmek, yok edilmekten kurtulmaya çalışırken bunu sana, kendi içinde yaşartan birileriyle birlikte varolmak zorunda kalmak... sonrasında ortaya çıkan kaçıp gitme hattâ kaybolma, yok olma arzusu..
işte bunlar hayat okulunda karşılaşacak olayların belki de en önemsizlerinden, ama yaşarken en çok acıtanlarından birisi. elbette, illâ onun yaşadığı gibi gerçekleşmesi gerekmez. ama bunun da yaşanabileceğini öğrenmek akılda tutmak her zaman gereklidir. bir anda öyle bir ışık oluşturur ve bu ışık çok işinize yarar. olduğun yere değil, dünyaya bağlı kalma isteğinin her zaman bir ışığa, bir desteğe, bir rehbere ihtiyacı vardır. o rehber, o kılavuz ise bu küçük dünyanın içinde herhangi bir yerindedir. insan herkesten bir şeyler öğrenir. insan insanın kurdu ama aynı zamanda da öğretmenidir. kitaplar ise hayatın insana kendi okulunda öğretmesinden önceki fırsatlar ve imkânları sunar... hem de her zaman... bir şekilde öğreniliyor işte... sevgili şehbal aracılık ediyor ve hayat sürüyor...
öyle ya da böyle...

   
"burada kapılar ahşap. evin hiçbir lüksü yok, her şey ihtiyaç kadar, huzurlu. büyük savaşlar görmüş, büyük acılar görmüş, kendini tekrar yoktan var etmiş; bu acıları düşmanına benzemek yerine evrensel değerlere dönüştürmüş bir ülkenin bir kurumunun kucaklayıcı huzuru. hayattan yana; hayata, çeşitliliğe soluk veren; aykırılığı dinleyen, anlamaya çalışan... varsa kendisine bir faydası, aykırılığa hak veren; yoksa görmezden gelen. tamam! şiddetle, vahşetle, yalanla, talanla yok etmeye çalışmıyorya..." (s:71)

anlaşılıyor sanırım neleri öğrenmemiz gerektiği... maruz kalınan hâllerin karşılıklarının neler olduğu... o hâllere maruz kalmakla, birilerini o hâllere maruz bırakmak arasındakl farkların büyüklüğü... yaptıklarımızın, yapmadıklarımızın, yaşamların, konumların, durumların arasındaki farklar, farklılıklar!

dilsizlik, sessizlik ve anlatma çabası
yarısı almanca olan 233 sayfalık kitapta başka dersler de var: meselâ yeni bir dilin nasıl öğrenileceği, hem de hangi saikle, hangi amaçla öğrenmek, hem de iyi öğrenmek isteneceği...
ya da birbirlerinin dillerini bilmeyen iki insanın sessizce ve tek söz etmeden sadece benzer şeyleri hissedecek şekilde ve salt sessizlikle birbirlerine bakarak, belki de sadece gülümseyerek, nasıl iletişim kurabileceği...
tanımadığın birinden bir hediye almanın yarattığı duyguların kaç çeşit olabileceği, bunun insan yaşamındaki karşılığının aslında ne kadar büyük olabileceği belki de...
küçük bir çocukla anlaştığın zaman çocuğun senin dilinde konuştuğunu sanmasının yarattığı heyecan ve şevkin insanı yaşama nasıl bağlayacağı... meselâ...
ve tabii ki tüm bunların aslında bir "valizin içinde yaşarken" gerçekleşebileceği...
okurken. o sıkışmışlık hâli kitabın bütününde sizi yaprakları arasına sokarak hissettiriyor. farklarından birisi de bu aslında... hissetmek yani...
onun hayat okulunda öğrendiklerine bakarak ve en azından benzer başka yolculuklara çıkanların yaşama iki sıfır yenik başlamayacağının garantisi olabilecğini görüyorsunuz kitabı okurken... hem de bir anda.
benim, bizim, hepimizin yaşadığımız hayatın okullarında öğrendiklerimizi birleştirebilsek, sevgili şehbal'in yaptıklarını yapabilsek ve onları çoğaltıp yayabilsek keşke... bunun mümkün olmadığını söylemeyin, biliyorum. ama bir yerden başlanabileceğini de...
önemli olan sanırım içini açma cesaretine kavuşabilmek. hem de en zor zamamlarda... tıpkı şimdi olduğu gibi... üstelik kendiniz için değil, başkalarının sizden daha iyi ve bilerek başlaması için. bu çok daha önemli...
sevgili şehbal'in kitabında dikkât çektiği noktalar, duygularını da içten ve açık biçimde ifade etmesi, insanın hâllerini irdeleyip tartışması ve yer yer de özeleştirilerini dile getirmesi, ama bunları yaparken hep bir ötekilik / farklılık hâliyle bunları kaleme almış olması da çok değerli ve işlevsel.
dediğim gibi bu bir dizi olmalı belki de... sevgili şehbal de devamını yazmalı. benzer konumda olan herkes de yazmalı ve paylaşmalı...
böylelikle tam da böyle bir yerden hayata yeni bir pencere açılması bana iyi geldi. sanırım yazacak ve okuyacak olan herkese çok hoş ve iyi gelecektir.
avrupa ve dümya ölçeğinde hâlâ korumaya çalıştığımız kimi değerlerin yeniden sorgulanması açısından bir başlangıç ve örnek oluşturabilecek bu yapıta internet üzerinden ulaşmak ve edinmenin de mümkün olması çok güzel.
eğer alır ve okursanız bir kılavuza sahip olduğunuzu unutmayın...
tabii paylaşmayı da! her anlamda...

6 ekim 2022

  künye:
valiz içinde yaşamak; anı/anlatı;
şehbal şenyurt arınlı; almancaya çevirenler: sabine adatepe, mehmet hulki demirel, monika demirel
achendorf verlag, pen-deuch, 978-3-402-24737-2; 2022.01-hamburg-almanya;

  geri

 


 

 

miras

"miras: bir hesaplaşmanın romanı"

"acı çekerek iyi biri olunamaz"

"acıyı işe yarar kılmak büyük uğraş gerektirir, özellikle de acı çeken kişi için"

 

vigdis hjorth 1959 doğumlu bir norveçli kadın yazar. oldukça da üretken ve kendi ülkesinde iyi bilinen tanınmış ve başarılı bir edebiyatçı.
kitap dört çocuklu bir ailenin uzun bir dönemdeki yaşantılarından kesitler sunuyor. en büyük kız çocuğunun başından geçen bir ensest olayı üzerine aile içinde yaşanan ya da yaşanamayan bir yüzleşme ve hesaplaşma olarak kurgulanmış. karakterlerin çalışma alanlarının edebiyat ve yazıyla ilgili olması da ayrıca iyi geliyor okurken. güzel ama böyle bir olgunun insanın yaşamındaki etkilerini tüm tarafları ve boyutlarıyla ortaya koyuyor olması çok önemli.
episodik-parçalı ve gidiş gelişlerle yazılmış, akıcı bir roman. gerçekliğe dair ipuçları 309 sayfalık metnin içinde bölüm bölüm serpiştirilmiş. bölümlerin bazıları 1-2 satır. bazıları kısa birer paragraf. sanki arada duran bir bilincin akışı gibi. başka bir deyişle aralarda büyük boşluklar var. bunlar okur için hem bir soluklanma hem de anlatılanlar üzerinde düşünmek için bir fırsat sağlıyor. son dönemde okuduğum sıkı romanlardan birisi olduğunu söyleyebilirim. ingilizce'ye çevrilmiş yapıtları fazla değil. ama kendi dilince çok sayıda yapıta imza atmış. norveççe yapıtların çevrilmesi konusunda destek sağlayan norla tarafından desteklenerek dilek başak tarafından çevrilip, siren yayınları tarafından mart 2021'de yayınlanan yapıt, edebiyat ortamlarında da gündem olmuştu. ilk kez bir kitabını okuduğum yazarın diğer yapıtları da çevrilmeli ve okurla buluşmalı diye düşünüyorum. okurken en azından düşünme biçimi ve anlatım şekli per peettersen'in yapıtlarını aklıma getirdi. acaba edebiyatta bir "norveç tarzı mı var" dedim.

25 eylül 2022

  künye:
miras; roman; vigdis hjorth; dilek başak;
siren yayınları, 978-605-5903-88-6, 4. baskı; ekim 2021-istanbul;

  geri

 


 

 

benim üniversitelerim

ana

"maksim gorki'nin ölümsüz yapıtları: ana, benim üniversitelerim"

"propaganda mı kurgu mu?"

"gorki bu kitaplarda sistemli, örgütlenmiş bir kuram ya da düşünceden daha çok, yaşamdan çıkarılan kimi sonuçları ortaya koymakta, içten ve duyarlı bir insanın kendisini içinde bulunduğu konum nedeniyle elinden geleni yapması gerektiği şeklindeki bir düşüncenin hem kaynaklarını hem de somut yaşama yansımasını önceleyen bir üretimi benimsemektedir. "

  sevgili hilmi uygun'un bu seçimi nedeniyle yıllar sonra bu iki kitabı yeniden okuma fırsatına sahip oldum.

“örnek” militan olmanın gereklerinin ne olduğuna dair bazı tespitlerimin kaynağı olması ve genel olarak ne anlattığı, neye dair olduğunun dışında aklımda kalan bölük pörçük şeylerdi. ancak böyle bir kitapta fark edilen ve öğrenilen politik duruş ve inanca dair saptamalar ve örnek almalar bile insan yaşamını belirleyen kuralları oluşturmaya yetebiliyor. örneğin benim üniversitelerim'de söylenmeye çalışılan “hayatın da bir okul” hattâ bir “üniversite” olduğu gerçeği bugün bile yeri geldiğinde savunduğum düşüncelerden birisidir. dolayısıyla bu iki romanın, benim gibi pek çok insanın yaşamında derin ve kalıcı izler bıraktığına eminim. edebiyatla daha yakın olduğum bu dönemde ve edebiyat kuramının kimi kurallarını bilerek değerlendirdiğim zaman da aslında her iki yapıtın da birer “kült” yapıt olduğu düşüncesinde olduğumu belirtmeliyim. evet “ana” bir politik, hattâ “propagandif”, hattâ bir anlamda “ajitprop” bir metindir. gerek doğrudan anlattığı olaylar, gerekse aralara serpiştirilmiş düşünce ve çözümlemeler bu şekilde okunabilir. dahası bunlardan birer ders çıkararak yaşam için belirleyici bir kural oluşturmak da mümkündür. bu açıdan bir kuramsal, öğretici bir kitap sayılabilir. ama gorki'nin yapıtlarına ve yaşamına bütüncül bir şekilde bakılınca, bunların “propagandif” yanının ait olduğu, benimsediği ideolojik yapının bir üyesine dikte ettirilmiş metinler olmadığı çıkarsaması da kolaylıkla yapılacaktır. çeşitli kaynaklarda yer alan gorki'ye dair eleştiriler, özellikle de yaşam hikâyesindeki kimi ayrıntılar, bunların bu tür bir “emirle yazdırılmış” politik metinler olmadığımı somut olarak ortaya koymaktadır.
peki o zaman bu kadar politik sonuç ve çıkarsamaların olduğu, övgü ve yüceltmelerin olduğu bir yapıtı nasıl ve hangi ölçütlere göre değerlendireceğiz? işte bence dikkât edilmesi gereken asıl nokta da burasıdır. gorki bu kitaplarda sistemli, örgütlenmiş bir kuram ya da düşünceden daha çok, yaşamdan çıkarılan kimi sonuçları ortaya koymakta, içten ve duyarlı bir insanın kendisini içinde bulunduğu konum nedeniyle elinden geleni yapması gerektiği şeklindeki bir düşüncenin hem kaynaklarını hem de somut yaşama yansımasını önceleyen bir üretimi benimsemektedir. belki de bu, bir tür borç ödemesidir. çünkü bu mücadele sırasında gözlenen kimi olaylar ve bu insanların gerektiğinde ölümü, hapsi ve sürgünü göze alarak verdikleri mücadeleye olan saygı ve onun olumlanması bence böyle yapıtların üretilmesiyle sonuçlanmıştır. dahası aslında yazar da kendi kişisel yaşamında bunların kimini tıpkı onlar gibi yapmış, onlar gibi davranmış ve bazı önemli işler gerçekleştirmiştir. özellikle “biyografik kurgu” metin olarak değerlendirilen üçlemenin son halkası olan “benim üniversitelerim” bu nitelikte bir yapıttır. yazarın yaşamındaki pek çok unsur bu yapıtta yer almış, üstelik kimi yanları “abartılı” olacağı gerekçesiyle gözardı edilerek kurgusal hâle getirilmiştir.
burada bazı biçimsel özelliklerin, bilinçli olarak ve istenilen etkiyi sağlamak üzere yeğlendiği gerçeği belki de bu metinlerin “progandif” metinler olarak adlandırılmasına neden olmuş olabilir. ancak burada da bir yönlendirme ve propagandadan daha çok, amlatılmak istenenin doğru anlaşılması ve algılanması, ayrıntıların bütünü gözden kaçırmaması, içeriğin dağılmaması, farklı kanallardan akan küçük dereciklerin birleşip bir çayı, hattâ bir nehri oluşturması gibi birleştirilmesinin öncelenmesi nedeniyle böyle kaleme alındığı söylenebilir. episodik anlatım, uzun betimelemer yerine diyalogların ve olan bitene dair özetlemelerin gündeme getirilmesi, çatışma anları ve yerlerinde gündelik yaşamdaki gerçekliğe uygun biçimde olayların hızlıca ve akıcı olarak sıralanması, ideoloji ve zorunluluklar kadar duyguların da olabildiğince dile getirilmesi, kahramanların çoğunun bir okuldan mezun, bir statüsü olan insanlardan değil, toplumsal yapıda yer alan sıradan hattâ en alt kesimlerde bulunan insanlardan seçilmesi, bunların yaşamın içindeki kimi sorunlara sahip olmaları, merak unsurunun yerinde ve akışı sağlayacak şekilde oluşturulması, ortam ve mekâna dair kimi ayrıntıların yalnızca ortaya konulmak istenen âna, amaca ve asıl meseleye olan katkıleri itibariyle dile getirilmesi, mücadelenin iki tarafında yer alan insanların belirgin özelliklerinin öncelikli ve başat bir şekilde sergilenmesi, yaşamın kimi önemli unsurlarının birer turnusol kağıdı uygulanmış gibi, en belirleyici nitelikleriyle ortaya konulması, özellikle de “kadın”ların belirleyiciliği, kural ve emirlerden daha çok kişisel duyarlıkları ile davrandıklarının gösterilmesi vb. anlatım özellikleri bu yapıtları bana göre her zaman okunabileceki hatta okunması gereken yapıtlar olmasını sağlıyor.
tüm bunları göz önüne alınca “ana” romanının bir dönemin sıradan insanları tarafından sürdürülen bir mücadelenin süreç ve sonucunu ortaya koyan klasikleşmiş bir büyük yapıt olduğunu söyleyebilirim. roman güzel ve insana iyi gelen hoş bir anlatımın yanında, ideolojik bir kuramın dile getirilmesinden daha çok o yapılana yönelik bir güzelleme olarak kabul edilebilir. dolayısıyla eskiden okuduğumuz bazı kahramanların yaşamlarını ortaya koyan ve sonunda bir sers çıkarmamızı sağlayan “klasik anlatı” özelliğini taşıyan romanların benzeridir, ana romanı. ancak pek çok öncülünden farkının da, cahil de olsa bu hikâyenin çok çekmiş ve duyarlı bir kadının hikâyesi üzerinden anlatılması ve daha çok da kadınları dile getirmesi ve onları yüceltmesi olduğu söylenebilir.
“benim üniversitelerim”e gelince kitabın üzerine yazdığım nottan yola çıkarak ağustos 1976'da almışım. o sırlarda okumuş olmalıyım ilk kez. tabii ki kitabın içinden tek bir cümleyi bile tam olarak anımsamıyordum. yalnız romanda anlatılan ve gorki'yi imleyen genç bir insanın yaşamdan neler öğrendiği ve bunun nasıl gerçekleştiğine dair bir bireysel gelişimine dair “gerçekçi” bir romanı olarak aklımda kalmıştı. yeniden okuduğumda da benzer şeyleri düşündüm. içindeki “sol” ve “demokratik düşünceler ve eylemlerle” tanışma, kadına dair algı ve cinselliğin şekillenmesi, gibi pek çok önemli ve insan yaşamına dair önemli unsurlar, akıcı ve objektif biçimde, episodik tarzda anlatılıyor. öncülü olan "çocukluğum" ve "ekmeğimi kazanırken"le birlikte bir üçlemenin son kitabı olan “benim üniveristelerim” kitabını oda yayınları tarafından yayınlanmış basılısını değil bu kez may yayınları tarafından hemen hemen aynı tarihte yapılmış basımının pdf'inden okudum. iki çeviri arasında dile dair bazı farklılıklar var. ama asıl ilginç olan belki aynı zamanda başka baskıları da olan bu kitabın da aynı zamanda farklı kişiler tarafından çevrilip basılmış olması. oysa kitap rusya'da ilk kez 1923 yılında yayınlanmış. yaklaşık 50 yıl sonra türkçe'de pek çok yayınevi tarafından eş zamanlı olarak çevirlmiş ve yayınlanmış olması, kitapların bir zamanı olduğuna dair düşünceyi kuvvetlendirdi bende. bu kitap da daha önce dediğim gibi hem gorki'yi hem de onun gibi bir devrim mücadelesi içinde yer alan bir kişinin dolayımında bu mücadeleyi anlama bakımından önemli bir yapıt. yazar romanda bir kahraman yaratmadan, kendi özgülü ve özelinde öğrendiklerini açıklıkla ve içtenlikle anlatmış ve dediğim gibi her zaman okunabilecek klasik bir eser ortaya koymuş..
her iki kitabın mos-film tarafından uyarlanan filmlerini de zledim. “ana” filmi daha çok bu kült metini sinemaya aktarmak yerine oradaki kimi unsurlardan yararlanarak propaganda filmi olarak çekilmiş. çok iyi bir rus yönetmen olan pudovkin'in bu filmde özellikle kalabalık ve halkın toplu mücadele sahnelerindeki muhteşem çekimlerinin akılda kalacağını, ve bu tür çekimlede bir standart oluşturuduğunu söyleyebilirim. “benim üniversitelerim” ise farklı bir yönetmen, mark donskoy tarafından sinemaya uyarlanmış, bu asıl metne daha saygılı davranmış ve gorki'ye benzer bir oyuncuyu da yeğleyerek onun politik gelişimini ve yaptıklarını çok güzel ortaya koymuş. bunu diğer filmden daha çok beğendim.
gümüşlük'teki buluşmalarımızın finalini böyle bir yazar ve kitapla yapmak da çok iyi geldi. dolayısıyla sevgili hilmi'ye bu seçim ve paylaşımları için çok teşekkür ediyorum.

24 eylül 2022

  künye:
ana; maksim gorki; çeviren: osman çakmakçı;
bordo-siyah yayınları, 978-605-354-183-17; 2003-istanbul;

benim üniversitelerim; maksim gorki; çeviren: süleyman nebioğlu;
may yayınları, roman dizisi: 43, 2. basım; şubat 1976.02-istanbul;

  geri

 


 

 

sağlık salgını

"yaşamanın ve sağlıklı olmanın bedeli büyük"

"yaşamak için de ölmek için de para harcıyoruz"

"tıbbileştirilen ölümün eziyetini reddetmekle kalmayıp aynı zamanda tıbbileştirilen bir hayatı kabuletmeyi de redddediyorum. kararlılığım yaşla beraber daha da artıyor."

 

barbara ehrenreich böyle söylüyor 2018'de abd'de, 2020'de de can yayınları tarafından türkiye'de yayınlanan "sağlık salgını / uzun yaşama sevdamız nelere mal oluyor" adlı kitabında.
aslında yazarın doğrudan kedisinden yola çıkarak sağlığı ve sağlıklılığı irdelediği bu küçük kitap, sağlıkla ilgili son dönemde moda olan ortodoks tıp ve piyalaşma olgusuna yönelik bir eleştiri metni olarak okunmalı.
yazarın feminist ve muhalif kimliğini bilenler covid19'un gündemimize getirdiği sağlık sorunlarını yaşarken bukitabı okudularsa, eminim söyledikleri çok dikkâtlerini çekmiştir
ehrenreich, özellikle de tıp otoriteleri ve uygulamalarına dair kuşkularını ve yeni bilgilerin elde ediliş ve uygulanmasına dair eleştirilerini göndeme getiriyor. yaşamın ve ölümün tıpsallaştırılması konu üzerine kafa yoran herkes gibi onun da önemli dertlerinden birisi. bu konudaki ezber bozan bazı çalışma ve saptamalardan yola çıkarak çok sayıda soruyu tartışmak üzere gündeme getiriyor kitabında ve kendi yanıtlarını ve farklı düşüncelerini de gerekçeleriyle ortaya koyuyor.
elbette söylediklerinin tümü üzerinde hemfikir olmak mümkün değil. ama özellikle ve öncelikle ele aldığı vücudun doğal savunma sisteminin bazı durumlarda vücudu savunmak yerine durumu daha da bozduğu yolundaki çeşitli çalışmalara yaptığı atıflar onu aklına gelen "acaba" sorusunu soranların sayılarını artırıyor. aynı biçimde bilimsel bilginin üretilmesi sürecindeki kimi yönelimler ve tercihlerin de sağlıkla ilgili konularda kamuoyu oluşumu ve uygulayıcıların yönelimini belirlemesinin yarattığı tehlikelere de dikkât çekiyor. kamudan, halktan ve toplumdan yana kimi örgütlerin sağlığa, sağlık kurumlarına ve gerçekleştirilen kimi uygulamalara sahip çıkıp savunurken bunları da göz önünde tutması için önemli bir zemin oluşturuyor. bu bağlamda yaşamı ve sağlığı yeniden düşünmenin doğru ve gerekli olduğunu ortaya koyuyor.
önceki yıl yayınladığım "toplumun sağlığı, hekimin hastalığı" kitabımda ele aldığım pek çok konunun böyle bir sağlık sosyoloğu ve araştırmacı tarafundan da konu edilmesini, kimi noktalarda farklı düşünsek de orada yazdıklarımı desteklenmesi olarak algıladım.
bu konularda daha çok düşünülüp daha çok yazılması gerekir. hem de sadece sağlık alanının profesyonelleri değil, aslında sağlık hizmetinden yararlananların bunları dile getirmesinin çok daha önemli olduğunu düşünüyorum.

   
eğer büyükanne ve büyükbabaların torunlarının ömrünü uzatmakta bir rolü olduğunu savunmuyorsanız, artık üreyemeyeceği için yaşlı bir insanın hayatta kalmasının evrimsel bir önemi yok. hatta darvin'ci bir bakış açısıyla ihtiyarları, gençlere gidecek kaynakları tüketmeden önce ortadan kaldırmak daha iyi bile olabilir. bu durumda yaşlılık hastalıklarının neredeyse iyilikseverlik yaptıkları bile söylenebilir. tıpkı programlı hücre ölümü apoptozun bedendeki hasarlı hücreleri tertemiz yok etmesi gibi yaşlılık hastalıkları da biyolojik olarak kullanışsız yaşlı insanların yükünü ortadan kaldırıyor. tek fark bunun pek temiz olmaması. bu perspektif yaşlanmakla ilgili baskın söylemin yaşlı nüfusun istenmeyen ekonomik etkilere yoğunlaştığı bir dönemde özellikle çekici gelebilir. eğer işi halledecek inflamatuar hastalıklar olmasaydı ötenaziye başvurmak zorunda kalabilirdik." (sayfa: 154)

23 eylül 2022

künye:
sağlık salgını; deneme; barbara ehrenreich; çeviri: didem kızen; mundi kitap, 978-605-06953-0-4; haziran 2020, istanbul;

  geri

 


 

 

biamag-logo

pelin özer söyleşi "PELİN ÖZER İLE ŞİİR VE KİTAPLARI ÜZERİNE"

Şiirin sesi, dili ve anlattığı...

"Coşkuyu, aşkı, tutkuyu, tılsımı anlamlı sözcüklerle tarif etmeye kalktığımızda, ona akıl ve mantık kapısından baktığımızda sınırlandırmış ve sınırlandırılmış olmaz mıyız."

Mustafa Sütlaş
İstanbul - BİA Haber Merkezi
05 Şubat 2022, Cumartesi

 

gümüşlük akademisi'nin gönüllülerinden birisi olduktan sonra orada üretilen işlerden birisi de, 9 yıldır üç farklı merkezde, son iki yıldır da covid 19 nedeniyle daha çok zoom'da süren okuma buluşmalarıdır. kolaylaştırıcılığını üstlendiğim bu buluşmaların ara dönemlerinde gümüşlük sahilinde kocadağ arkasında gerçekleştirdiğimiz "gün batımı şiir akşamları" da bu faaliyetlerimiz arasında yer alıyor.

son bir yıldır şiir buluşmalarımızı zoom ortamında gerçekleştiriyoruz. 2021 içinde 18 farklı şairimizin kitaplarını okuduk, bazılarını programımıza canlı konuk ettik ve şiirlerini okuyup üzerinde konuştuk.

okuduğumuz şairlerden birisi de 2021', kapatırken konuğumuz olan sevgili pelin özer de bu 'bahçe'de yolumun kesiştiği, etkilendiğim pek çok değerli insan yazar ve sanatçıdan birisidir. o gece konuştuğumuz sırada aklıma gelen tüm soruları sorma imkânı bulamadığım için sonrasında bir "e-söyleşi" yapmaya karar verdik. onun şiiri, yapıtları ve şiire dair düşüncelerini ortaya koyan bu söyleşiyi sizlerle de paylaşıyoruz.

latife tekin ve gümüşlük akademisi'nin pelin özer'in yaşamındaki yeri nedir?

pelin özer Elimde bavulum, bavulun içinde defterlerimle Gümüşlük Akademisi’ne yolculuğumun hem hayati hem simgesel bir önemi var. Sezgisel biçimde alınan bir kararla keskin bir virajın dönülmesi, hayatın kökten değişimi denebilir. “Latife Tekin Kitabı” için harekete geçtiğim ânı hatırlıyorum da o gerçekten bir karşıduruşun ve hayatı değiştirme kararımın dışavurumuymuş aslında.

Şimdi daha net görüyorum. Her ne kadar o güne dek kültür gazeteciliği, yayıncılık gibi sevdiğim alanlarda çalışmış olsam da o gün bana teklif edilen işe hayır derken bir daha maaşlı-kurumsal-patronlu işlerde çalışmak istemediğimin de altını çizmişim aslında. O gün “Ben size bağımsız olarak bir ‘Latife Tekin Kitabı’ yapayım” demiştim.

Hiç düşünmeden, hazırlıksız ağzımdan çıkmış bir söz. Bir bakıma “Nasıl olsa gerçekleşme olasılığı çok düşük” diye de geçirmiş olabilirim içimden. O dönem Latife Tekin külliyatını yayımlayan o yayınevi bana kapılarını açtı ve teklifimi faks yoluyla ona iletti. Hemen o gün telefonlaştığımızda Latife Tekin ile yıllardır tanışıyormuşuz gibi bir yakınlık kuruldu aramızda.

Biliyorsun sen de, adı üstünde, Gümüşlük Akademisi Platon’un Akademisi model alınarak, bir düşle hayat bulmuş. Ahmet Filmer ve Latife Tekin bu ortak düşün aşkla vücut bulmasını sağlamışlar. Bir nevi onların düş çocuğu Akademi ama aynı zamanda sahipsiz, bağımsız bir varlık adeta. Ben artık aradan yirmi yıl geçtikten sonra sürekli orada yaşamamış olsam da yazınsal anlamda o toprağın da çocuğu olduğumu rahatlıkla söyleyebiliyorum.

İlk gün Latife bana, “Sen aslında kendi kitabını yazmak için geldin” dediğinde incelmiş sezginin yıllar içinde alacağı çehreyi de göstermiş oldu. Latife Tekin gibi çıraklığına talip olduğum bir yazar elime kalem versin ve ben yazı hayatıma bu icazetle başlayayım istemiştim.

Birlikte gerçekleştirdiğimiz “Latife Tekin Kitabı”nın sadece onun hayatına ve yapıtlarına layık bir kitap olması yetmeyecekti bana, müthiş bir yükümlülük altına da sokacaktı beni bu yola girmek, farkındaydım. Her kitabımla ustamın yüzünü güldürmek, onunla kurduğumuz bu müthiş verimli, yaratıcı, zenginleştirici dostluğu sapasağlam ömür boyu sürdürmek kolay olmayacaktı. Ama kolayı seçenlerden olmamakla da içten içe gururlandığımıza göre…

pelin özer "şiir"i nasıl keşfetti, ilk şiir ne zaman ve nasıl yazıldı?

O sanki hep vardı, benden önce vardı, sonra da sürecek. Tarife gelmeyen bir enerji. Elime kalem alıp yazmaya başladığımda içimdeki şiir de kendine çıkacak yolu buldu gibi geliyor. En belirleyici olan şiirle tanışma ânı, heyecanımı ilk kez şiirle aktardığım hadise, kuzenimin doğumuydu. Sekiz yaşıma denk geliyor.

Yüreğimin hopladığını ve o heyecanın elinden tuttuğunu, bir bakıma onu kâğıda aktararak huzur bulduğumu gayet iyi hatırlıyorum. Taşıyamadıklarımız, bizden taşanlar, dünya dilinde karşılık bulamayanlar kılık değiştirip bir yaratıya dönüşüyorlarmış demek. Böyle keşfettim.

Çevremde tepkileri aldıkça ilk defa gerçek bir şiir yazmış gibi hissettiğimi de hatırlıyorum. Sonrasında hep şiir yazdım. Ama tabii şimdi geriye dönüp baktığımda ilk şiirim “Parantez” adlı, lisede kendi çıkardığımız fanzinde yayımlanmış “Patetik Senfoni”dir. Aşk ağrısı da doğum ve ölüm gibi şiire çıkarıyor derin duyumsamayı. Bir kıyıya varmak gibi. Soluk alıp vermeye başlayan gaip. O paralel evrene yerleşmiş olmasaydım görünmezlikle bağımı kuramayacak, hep eksik kalacaktım.

latife tekin kitabı pelin özer şiirlerini nasıl yazıyor? bir şiirin oluşum sürecini anlatır mısın? özellikle "şiirin demlenmesi" nedir?

Bu konuda verecek formülüm yok. Her an her yerde yazabilirim. Bana göre şiiri öteki türlerden ayıran, avantajlı kılan en büyük özellik de bu. Şiir gelir, her nerede ve ne şartta olursa olsun şairini bulur ve kendini yazdırır. Tabii eğer kapılarını ve kulaklarını, benliğini ona sımsıkı kapamadıysa.

Benim kapadığım bir dönem oldu. Aşağı yukarı yirmi ile otuz yaş arası. Ve sonrasında anladım ki, hiç fark etmiyor, şiir yine kendini biriktirip tazyikle önüne seriliyor.

Kaçtığını sandığında bile yakalandığın, maruz kaldığın bir şey şiir. Öyle ki otuzlarımın başında bir gün, şiir yazmamanın beni yaşlılığımda komik bir duruma düşürebileceğini hissettim. Eğer bunu güçlü biçimde duyumsamasaydım mümkün değildi yayımlama kararı almam. Direnişin gücü verimin hacmini belirliyormuş.

Nasıl yazdığımı bir şiir üzerinden anlatmaya çalışayım; dilersen tam da o “yeminimi bozdum” günlerinde ortaya çıkan, arka odadaki titrek bilgisayarda gizlice yazılıp saklanan şiir eskizlerinden sonra ilk defa kendini doğurma kararını hissettiren o şiire gidelim. Bana başlığı ve nakaratıyla gelmişti. “Liya Lu”nun ilk şiiri bu, aynı zamanda yayımladığım ilk şiirlerden: “Söz, Sana Bir Daha Hiç Ölmüş Gibi Bakmayacağım”.

Bu sözü hemen başa yazdıktan sonrası çorap söküğü gibi neredeyse tek seferde geldi tüm şiir. Tabiri caizse birkaç minik nota değişikliği yapmışımdır olsa olsa üzerinde. Şiiri o dönem müdavimi olduğum bir mekânda, Karga Bar’da yazdım. Gündüzleri henüz kimse yokken de gidip orada çalışırdım ve o ahşap konak; yangınlar atlatmış mekânın masif dokusu, odun kokusu ve ruhuma iyi gelen müzikleriyle benim için bir tapınaktı.

O korunaklı alanda beni saran müziğin sözlerini hatırlarmış gibi kendiliğinden döküldü dizeler. Yazarken hisseder genelde insan o şiirin hayat bulup bulamayacağını.

Ölü doğumları da sezebilir. O şiirde içimdeki çığlığı özgürce, kendimi hiç tutmadan salıverdiğimin farkındaydım ama bu yetmezdi. “Demlenmesi” gerekirdi. Sadece okura değil bizzat şiire karşı da borcum bu benim. Şiir kendi ayakları üzerinde sapasağlam durabilecek mi, kendini taşıyabilecek mi, bu oluşunu ileride de sürdürebilecek mi… Bütün bunlar sonrasında belli oluyor.

O nedenle her yaratıcının aynı zamanda kendinin editörü olmasını son derece önemsiyorum. Bunun üzerine sezgisel kuramlar oluşturmak gibi imkânsıza yakın bir yolda yürüme kararı alacak kadar... Demlenmek bir yandan da sabun köpüğü olabilecek o bir anlık yalancı patlamalardan korur bizi.

Bu aslında çok basit bir yandan, hani “Söylediğini kulağın duyuyor mu senin” deriz ya, “Yazdığını iyice bir okudun mu” sorusunu sormak da şiirin, yapıtın demlenmesi. Ardında sonradan pişman olacağın tek bir dize, tek bir cümle bile bırakmamak arzusuyla da yakından ilişkisi var.

insanlığın varolmaya başladığı ve bir ses çıkarabildiği andan itibaren, tüm evrimi boyunca şöyle bir sıra olduğunu düşünüyorum: "ses-şiir-söz-şiir-sözcük-şiir-cümle-şiir-konuşma-şiir-resim-şiir-heykel/totem-yazı-şiir-şarkı-şiir-müzikyapıtı-bilimsel teoriler-şiir" bir şair olarak kişisel anlamda ve sanat anlamında şiirin varolması bakımından sen de sürecin böyle olduğuna katılıyor musun? şiir bu kadar her şeyin içinde ve beraberken insanlar neden bunu hiç fark etmemiş ya da bilmiyormuş gibi davranıyorlar?

Bu soru için ayrıca teşekkürler, çünkü bir bakıma benim de sürekli dile getirme ihtiyacı duyduğum, önemsediğim bir meseleyi çözümlemiş. Kendi adıma “Önce şiir vardı,” diyorum sürekli, sonra biri bana dedi ki, “Zaten evrende de öyle değil mi?”. Öyle tabii, biz de kendi oluşum maceramızı hatırlarken hep en başa, yaradılışa dönüyoruz. Ve bir yandan da güçlü biçimde, iliklerimde duyumsadığım, ses ile şiirin de ayrılmazlığı.

Buradan ilerlersek benim gibi farklı türlerde ürün vermeyi çok önemseyen ve bundan tüm zorluklarına karşın haz alan biri düşün ki yaptığı her işin içinde mutlaka şiirin bulunduğunu iddia ediyor, daha da ötesinde bunun gayet farkında. Çemberi daha da genişletirsek farklı sanat türleriyle aramızda mutlaka ciddi bir iletişim ve etkileşim olduğuna inanıyorum. Onlardaki şiiri de es geçmediğim gibi bazılarından uzanarak bana şiir yazdıran o kanala da bünyemi, zihnimi, algımı hep açık tutuyorum. Bu bakımdan sinerjinin ve ortak yaratımların yeri ayrı.

İnsanların çoğunun bizi oluşturan mayadaki bu kökensel titreşimin farkına varmaması imkânsız bence; sadece paradoksal biçimde kendi ördükleri duvarları, çektikleri perdeleri fark etmiyorlar. Biri bana şiirden pek bir şey anlamadığını söylediğinde onun kendine dair bu bilgisini yabana atarım.

Yanlış eğitim kurbanıdır, o alanda kendine hiç şans vermemiştir ve toplumsal olarak her birimize özenerek yerleştirilmeye çalışılan o “sen anlamazsın, bu üst sanat, yüce bilgi” gibi dışlayıcı ve küçümseyici muktedir dilinin kurbanı olmuştur. Hele bizimki gibi coğrafyalarda, bunca kadim titreşimin orta yerinde nasıl olur da şiirden anlamadığını söyleyebilir biri.

Düşün ki okuma yazma bilmeyenlerin türkülerini çığırıyoruz asırlardır ve halen köylerde maniler söyleyen teyzelerle, torunlarının defterlere özenle geçirdiği şiirleri salonda baş köşede korumaya alınmış Alevi dedeleriyle tanışıyoruz. Uzağa gitmeye gerek yok; Gezi günlerinde duvarlara yansıyan adını bilmediğimiz o şairler kimlerdi? Onlara önceden sorsaydık bazıları şiir okumadığını, şiirden anlamadığını söyleyecekti muhtemelen.

"önder/yönetici/liderler ve şiir" ilişkisi (demokrasilerde yöneticilerin şiir bilmesi, uğraşması) demokrasiyi daha etkin, yaşamı daha güzel kılar mı?

Bu sorunun iki ucu var; önder-yönetici-lider dediğimizde şiiri ve her türden etkili söylemi kendi davası uğruna kullanan bir düzen de söz konusu. Dün okumaya başladığım bir kurmaca kitapta Mandelştam’ın Stalin üzerine yazdıkları ve bir halüsinatif karşılaşmada ona söyledikleri geldi aklıma.

Vénus Khoury-Ghata’nın “Mandelştam’ın Son Günleri” adlı kitabında şöyle diyordu Mandelştam kendisini takip edip yakalamak üzere olan Stalin’e: “Cesedimi alırsın sadece, senin için yazdığım şiir beni yaşatacak.” Tabii senin sorunda demokrasi geçiyor ve ortamda bir tek-adam rejimi olmadığını varsayarsak tablo değişir mi acaba? Bilemiyorum, adına demokrasi denen rejimlerin marifetlerine de aşina olduğumuzdan burada pek de olumlu bir senaryo çıkaramıyorum.

Yine de şiire hayatında içtenlikle yer açanların politikacı bile olsalar mutlaka bundan her alanda olumlu yönde etkileneceklerini ve bu etkiyi yayacaklarını düşünmeden, en azından düşlemeden edemiyorum. Sadece okur olarak şiirde derinleşmek bile sezgi menzilini uçsuzlaştırır.

Politikanın, yönetimin bugün dünyaya hâkim olan iktidar modellerinin yanına şiiri koymakta zorlanıyorum ama şiire hayatında yer açmış kişilerin getireceği yönetim alternatifleri elbette şiirden ne anladığımızla ve beklediğimizle orantılı olarak bize derin ve rahat nefesler aldırabilir.

Ama yine de şiirin bazı yönetimlerde düzen, intizam, tertip, terbiye, ıslah gibi hedeflere kilitlendiğini ve marşlara eşlik eden sözlerin de şiir olduğunu unutmamak lazım. Etkili söz insanı hayallerinin ötesinde bir açıklığa, bağımsızlığa taşıyabileceği gibi uçurumun dibine de gönderir.

"yazar hep sonsuz vakite ihtiyaç duyar"

editörlük, yazar ve şairlerle tanışıklık, onlara aracılık etmek, tanıtmak, onları görünür kılmak, bu ilişkilerin getirdikleri, götürdükleri, etkileşimler konusunda neler söylersin?

cam kulübeler Editörlüğün anlamının pek de bilinmediği dönemlerde editörlük yapmaya başlamış biri olarak bu mesleğe ¦ki meslek bile sayamıyorum ben editörlüğü, adeta adanmışlık gerektiren özel bir uğraş¦ günün birinde gençlerin özeneceğini söyleseler inanmazdım.

Sadece bu bile yayıncılık alanında olumlu gelişmelerin de yadsınamayacağını gösterir. Bu alana girdiğimde yirmili yaşlarımın başındaydım ve el yordamıyla öğrenmeye çalıştık incelikleri. Daima zorluklardan geçerek. Ama bunların yanı sıra her zaman benim için müthiş bir tatmin alanı oldu editörlük.

Beni sadece beslemekle kalmadı, hep yeni ufuklar da açtı; yazma, paylaşma, paslaşma iştahımı artırdı. Yazar ve şairlerle iletişim kurmaktan arka kapak ve basın bülteni yazmaya, redaksiyondan düzeltiye, bir yazarla kafa kafaya verip derinlere dalmaktan çevirinin zorluklarına öyle çok incelik üzerine kafa yorup zaman zaman tabiri caizse iğneyle kuyu kazmak gerekir ki… Her birinin de bana ne çok şey kattığını ve katmaya devam ettiğini şimdi daha da net görüyorum.

Serbest olarak editörlüğü halen severek sürdürmemi de açıklıyor bu. Zaman zaman kendisi de yazar olan editörlerin yakındıklarına tanık olmuşumdur, yazar elbette hep sonsuz vakte ihtiyaç duyar ve hayat gailesi yazı çalışmasını bölsün istemez ama eğer bir yazar çalışmak zorundaysa bence editörlük ona en uygun alanlardan.

Bunu sezdiğimden olmalı ve işime olan tutkumdan, her arka kapak yazısını altına imzamı atacağım bir yazı gibi titizlenerek kaleme aldım, alıyorum. Yazar keşfetmek, onları görünür kılmak, okunmalarını sağlamak ise bilhassa benim dergicilikte deneyimlediğim bir şeydi.

Sevilen, takdir edilen bir derginin yayın kuruluna eser göndermenin ne denli hayati bir şey olduğunu bildiğimden azami özen gösterdim bu uğurda. Her birinin yayın kurulu tarafından mutlaka titizlikle değerlendirilmesini sağlamak ve olumlu ya da olumsuz incelikli açıklamalarla sonucu açıklamak o kişilerin gelecekte yazıyla kuracakları ilişkide öylesine bağlayıcıdır ki. Bu gergin ipte yayıncının da en az yazar adayı kadar dengede durması son derece önemli.

Ve bu hassasiyet derginin kimliğinde mutlaka kendini gösteriyor. Dirsek teması kurulan yazarlarla iletişim ve etkileşim konusunda özen göstermek önemli. Kitaplarımı yazmaya başladıktan sonra editörlük gibi çok sevdiğim bir meslek bile olsa onu kurumlar içinde yapamayacağıma karar vermiştim.

Bu bir anlamda beni çok sayıda yazarla yakın temastan da korudu –ki fazlası gerçekten kendi yazısından uzaklaştırabilir insanı- ama elbette kendi yazar, şair arkadaşlarımla, profesyonelce çalıştığım yazarlarla iletişimim hep sürdü, sürüyor. Kendi kimliğini, sesini, özgünlüğünü koruyan, kollayan, gözeten bir yaratıcı için böylesi dostluklar ancak besleyici olabilir. Ama bu tarz dostlukları faydacı yaklaşımlarla sürdürenlerin düştükleri durumu zaten onların yapıtlarında görürüz. En azından bu zafiyet, iyi okurluk vasfının yanına editör gözüyle bakma becerisini de ekleyenlerin gözünden kaçmaz.

şiir pek tarife gelmez bunu biliyorum ama, şiirsel-şiir formunda yazılmış söz olanla (gerçek) "şiir" farklı değerlendiriyor ve bu türü iki gruba ayırıyorum: ilk grupta doğa tasviri, naturalist/doğrucul-gerçekçil ifade, romantik terennüm, didaktik deyiş, "şiirsel sözler", "şiirsel ifade" yer alıyor.

İkinci grubu ise "gerçek şiir" olarak nitelendiriyorum: bunun içinde de üç farklı şiir türü yer alıyor bence: "aşk şiirleri", "eylem/edim/kavga şiirleri", "kimlik&ben şiirleri" akımları ve yaklaşımları bir kenara koyarsak bütün şiirleri bu sınıflama içinde değerlendirmek mümkün. tabii ki bunların birbirleriyle ilişkileri ve geçişimleri de söz konusu ama ağır basan yanına göre bu gruplamayı yaptım. böyle bir yaklaşımla, ya da senin kendi tanım ve sınıflamanla pelin özer'in şiirini nereye koymak gerekir?

Kendinin editörü olmaktan bahsediyorum ama kişinin kendi eleştirmeni olması mümkün değil bence. Elbette yazdığı üzerine bir fikri, algısı var ama onu tanımlamak, sınıflandırmak bana göre yazarına, şairine değil eleştirmene düşüyor. Yazanı en mutlu eden şeylerden biri yapıtı hakkında ona da farklı bakış açıları verebilecek değerlendirmelerdir gibi geliyor bana.

Sadece profesyonel eleştirmenlerden gelenler değil okurların her birinin görüşü, duygusu, düşüncesi beni yakından ilgilendirir. Hatta onları biriktirdiğim bir defterim de var. whatsapp mesajından e-postaya, hangi kanaldan gelirse gelsin, her yorum önemli. O defterimdeki bazı yazılar kitap dergilerinde yayımlanacak değerde. Bu bağlamda da sorunu senin cevaplamanı arzu ederdim aslında. Şanslıyım ki son yıllarda yazdıklarım üzerine bazı eleştirmenler ses vermeye başladı. Dilerim yaşarken daha çok sayıda böylesi eleştiriyi okuma şansı bulurum.

"şiir kendini yoktan var ediyor"

şairin ve şiirin ses özellikleriyle, şairin söz/sözcük yaratması bağlamında şiirinin bir özgünlüğü ve özelliği var. hattâ liya lu'nun adı ve kitabın 49. sayfasındaki "dünyanın nefes alıp verişini okuyorum gökyüzünde" şiirlerinde tümden uydurulmuş sözcüklerin olduğu dizeler var. şiirin sınırlarına ve içeriğine dair bu anlamda neler söylesin?

liya lu Kitaba ismini veren “Liya Lu” sayesinde ben de bu konuda daha çok düşündüm. Şiiri sadece düşünerek, düşünceyle yazan biri değilim. “Uzay Çiçeği” şiirinde bir şarkı nakaratı gibi uydurduğum “Liya Lu” ses-sözünü de içimden geldiği an, gerçekten bir şarkı gibi sessizce mırıldanarak yazdım. Hiç sorgulamadan sadece ses uyumunu kontrol ettim son noktada.

Kitaba isim bulma aşamasında bana ilk göz kırpan isim oldu bu. Ve sonra fark ettim ki altı harften oluşan bu minimal yapı benim şiirde uydurduğum ilk seslermiş. Dolayısıyla bunu şiirin kendini yoktan var etmesi, doğumu gibi de okuyabiliriz.

Bu titreşimi olduğu gibi koruyup başlığa taşımak buradan bakınca bir saflığın dışavurumu ve ona olan inancıma vurgu gibi de okunabilir. Coşkuyu, aşkı, tutkuyu, tılsımı anlamlı sözcüklerle tarif etmeye kalktığımızda, ona akıl ve mantık kapısından baktığımızda sınırlandırmış ve sınırlandırılmış olmaz mıyız.

Titreşimin anlamdan uzak yakınlığına güvenmek bir bakıma “Liya Lu”. Kitap çıktığından beri sadece bana inanan dostlarımla değil beni hiç tanımayanlarla birlikte de “Liya Luuuu” diye haykırdığımız çok oldu. Ses yolunu buluyor. Daha çok haykıracağız, öyle hissediyorum.

“Dünyanın Nefes Alıp Verişini Okuyorum Gökyüzünde” şiiri ise iki bölümden oluşuyor. O şiiri yazarken bildiğim dilin, ana dilimin yetmediğini gördüm. Adeta arkaik bir dil vardı geride, bana şiirin ötesinden sesleniyordu ve “Merak etme, sen bu dili çevirecek kadar iyi biliyorsun aslında” diyordu.

Şiire güvenmek lazım, orada gözüm kapalı yolumu bulmuş gibi hissettim kendimi dilin kucağına bıraktığımda. İlk kez duyduğum o sözcükler beni sağlam bir sal gibi nehrin karşı kıyısına taşıdı. Şiirde sınır yok ve yazarken karşıma çıkan böylesi sürprizler de bunu kanıtlıyor.

Orada tam anlamıyla yersiz yurtsuzuz ve bizi tanımlayıp çitlerle çevirmeye çalışan dilden bile bağımsızız. Bu tekinsiz de sayılabilecek boşlukta kanatlarla karşılaşmak da bizi şaşırtmaz, yüzgeçlerimiz olduğunu fark etmek de. İnsan kadim varlığını bu yolculukta duyumsar ve göze alabiliyorsa onun izlerini takip eder.

"cevat çapan eşsiz bir şair ve çevirmen"

şiir çevirisi ve çeviri şiir konusunda neler söylersin? şiir çevrilebilir mi? ya da nasıl çevrilmelidir?

Öyle bir mesele ki farklı diller varolduğu sürece bu soruya net bir cevap verilemeyecek. İki ucu da ¦çevrilebilir, çevrilemez¦ savunabileceğimi hissederken en doğrusu belki de kendi deneyimimden örnek vermek. Şunu hemen söylemeliyim: Çevirmenliğe hiç göz dikmedim. Çünkü bunun yazmaktan daha da zor, neredeyse imkânsız bir uğraş olduğunu erken yaşta fark etmiştim. Şanslıydım, kaçabildim .

Ama o idrak ânından itibaren de iyi çevirmenlere daha da büyük saygı duydum ve onların haklarının iyi telifle bile ödenemeyeceğini anladım. Kaldı ki bizim ortamlarımızda iyi telifin de ne denli nadir olduğunu sektördeki herkes gayet iyi bilir. Evet, günün birinde kendimi uluslararası bir şiir atölyesinde bir İngiliz şairin şiirini Türkçeye çevirmek üzere kafa ¦ve kalp¦ patlatırken buldum. Buna mecburdum. Kaçış yoktu.

Yabancı dillerime bile güvenmezken bunu nasıl yapabilirdim… Hiç değilse şiir okurluğuma sığınmam gerektiğini söylüyordu içimden bir ses ama her an işbaşındaki şairi de susturamıyordum. Süre kısıtlıydı. Çıkan sonuca baktığımda, üstüne bir de o şiiri yüksek sesle okumam gerektiğinde anladım ki, şiir çevirisi bir ruh transferidir. Çeviren kişi şair ise çevirdiği şiire, şiirinin soluğunu üflemekten alıkoyamaz kendini.

Dolayısıyla neredeyse bedensel bir birleşme gibi, belki amaçlananın da ötesinde bir yakınlık, hatta bir kendinden verme söz konusu olur. Ben bu deneyimi böyle yaşadım ve bu sayede neden bazı iyi şairlerin çok iyi şiir çevirmeni olduklarını anladım. Öyle sanıyorum daha doğrusu. Bir yandan da o ideal şair-çevirmenin kendi şiirini çevirdiği şairlerin etkisinden korumayı bilmesi lazım. Çevirdiği şairlerin şiirini de kendi şiirinin etkisinden…

Buradan bakınca da bugüne dek hem kendi şiirlerini hem de çevirilerini gençliğimden itibaren hayretle ve hayranlıkla okuduğum Cevat Çapan’ın eşsiz bir şair ve şiir çevirmeni olduğunu düşünüyorum. Bunun çok nadir ama mümkün olduğunun kanıtı.

şiiri şiir yapan nedir? tema'sı, izleği, ele aldığı konular mı, yoksa ifade ediliş biçimi mi?

Yazma deneyimimden cevaplayacak olursam; hiçbir şiiri kaleme almadan evvel bir konu, tema, izlek belirlemiş değilim. Şiir gelir ve kendi yolunu çizer; onun beni çektiği maceraya doğru sürüklenirken bir kâtipten farkım yok. İyi kulak vermeye ve doğru aktarmaya çalışırım. Sonra o artık kendi sağlamlığına erişmiş mi, oluşunu tamamlamış mı, bir bakıma görevimi hakkıyla yerine getirmiş miyim diye bakarım. Tema o sırada belirlenmiştir, izlekse yolculuğumuzun kendisidir.

Okur olarak yanıt vermeye çalışırsam da yine aynı ölçülerim; okuduğum gerçek bir şiir mi, buna sadece zihnim, beynim değil kalbim de yanıt verir. Okurken de yazarken de bedende, kimyada bir değişim olur. Ben bu dönüşümlere, toplu yanıta bakarım. Şairin samimiyeti ve adanmışlığı bana göre şiirden ayrı değil; ustalık gösterisi, kendini sürekli tekrar ya da sadece yazılmış olmak için yazılmış bir şiir mutlaka kendini belli ediyor.

"sifali bir tür: haiku"

bir de haiku'ların var... haiku yazmak, pelin özer için kaynağını nereden alıyor, nereden çıktı?

atlasın bir ucunda Haiku ibenim için sadece yazınsal bir tür değil, kaynaklarımdan. Yeryüzüne dokunmanın ve onun soluk alıp veren bir parçası olduğunu duyumsamanın en dolaysız yolu. Sanki bütün türlerin içinde en masum, en saf, kendini dolaysızca var etmiş tür. Yoksa nasıl açıklanabilirdi 5-7-5 hece ölçüsünün zamansızlığı, pek çok farklı dilde tutunabilmesi… Adeta ekildiği her toprakta filizlenen bir tohum haiku.

Hiçbir dile, kültüre ait değil, evrensel. Güçlü bir ortak duyuşun formu, ifadesi, edası, tavrı. Tutkuyla ve önemseyerek yazmaya başladığım gençlik yıllarımda tanıştığımız ilk andan itibaren aşkla bağlıyım haikuya. Zaman içinde bunun nedenlerini araştırırken haikunun yazınsal bedenimin kalbi olduğu bilgisine vardım.

Yaratıcı kaynağın anda olduğunu, doğadaki her karşılaşmanın, her anın mucize gibi bize yepyeni, taptaze bir haikuyu cömertçe ve beklentisizce, kendiliğinden uzattığını hatırlamak yaratıcı kaynağın tükenmezliğine dair muhteşem bir inanç veriyor bana.

Giderek sadece haiku yazan birinden haiku üzerine söz alan birine de dönüştüm. Haiku ile yakın ilişki kurmak için yazmak da gerekmiyor mutlaka; yazınsal deneyimin aktarılıp paylaşılması düşünden yola çıkarak oluşturduğum Öğretilemeyen Şeyler Atölyesi’nde “Haiku Okuma Gözlüğü” ve “Haiku Defteri” başlığı altında söz alırken haikunun dönüştürücü etkisini daha da yakından, içeriden gözlemleme şansı buldum.

Bu sayede anladım ki yazmak bir yana haiku üzerine sohbet etmek bile tılsımlı, bambaşka kapılar açıyor. Fazıl Hüsnü Dağlarca “Haiku eczanelerde satılmalı” derken haklıymış. Gerçekten şifalı bir tür. Boşuna değil Roland Barthes’ın da roman üzerine düşüncelerinde haikuya geniş yer vermesi.

"yaşadığımız mekânlar derimiz gibi"

“liya lu” çok demlenmiş şiirlerle yeni şiirleri bir arada içeren bir kitap ve 4 ayrı tematik bölümü var. hepsi birbirinden güzel ve anlamlı şiirlerle dolu. bu seçim, bu düzen ve kitabın bütününe dair duygularını öğrenmek isterim.

Çok teşekkürler, böyle yansıması beni mutlu etti. On yedi yıllık bir kitap “Liya Lu”. Kitapların da kaderi var. Sabır sürecinin ardından içten içe elli yaşıma basmadan demlenmiş ve kendi bütünlüğüne erişmiş bir kitap hayal ediyordum. Öncesinde neredeyse havlu atmıştım. Şiirlerin birikmiş olması bir kitap oluşturmak bakımından beni zorluyor, elimi kolumu bağlıyordu. Tek bir kitaba sığdırmak ne kadar doğruydu, ondan da emin değildim.

Bazı elemeler yaptım ama bu da yetmedi. Kitap, bu yükü üzerimden alacak, bana destek olacak bir yayınevi, bir editör bekliyordu. Bir bakıma “Liya Lu” masalında sabrın sonu selamet oldu. Bu şans tabii, her zaman masallar böyle sona ermez biliyorsun. Sona da ermiş bir şey yok elbette, yeni başlıyor aslında masal. “Liya Lu”nun doğumu bana göre başarıyla gerçekleşti ve ben de merakla bekliyorum bundan sonra olacakları.

Ayrıntı Şiir dizisini henüz telif eser basma kararı almadan evvel, ilk günlerinden itibaren severek, ilgiyle takip ediyordum. Onlar olmadan bu kitaba son halini tek başıma mümkün değil veremezdim. Şiirlerime inanarak onu bir bakıma korumaya alan ve kitap için emeklerini hiç esirgemeyen sevgili Emirhan Oğuz’a, Levent Turhan Gümüş’e ve Bora Ercan’a şükran borçluyum. Bilhassa kronolojik izleği koruyarak bölümlere ayırırken bir yandan da tematik bütünlüğü gözetmek hiç kolay değildi.

Editörün hem hassas ve içeriden hem dolaysızca ve yukarıdan bakabilen gözü elimden tuttu ve kitaba hayalini kurduğum o duruluğu, olgunluğu verdi. Bu da ancak aradan geçen zamanla mümkün olabilirmiş. Kitabın en doğru zamanda yayımlandığını düşünüyorum.

bir de benim "şiir roman" dediğim bir başka kitabın var: "beyaz ev" orada da bir deneme yaptığını düşünüyorum. kısaca onun yazın yaşamındaki yerine dair de bir şeyler söyler misin?

beyaz ev “Liya Lu” da yayımlandıktan sonra tüm kitaplarımın aslında tek bir kitap olduğuna, her kitabın o giderek genişleyen büyük kitabın bir bölümü olduğuna dair inancım da daha güçlendi. Bir anlamda bu daha görünür oldu. Şimdi “Beyaz Ev”in “Liya Lu”dan önce hayat bulması bana önemli görünüyor örneğin.

O, şiir olmaya direnerek yazılan bir kitap. Biçim olarak şiiri seçseydim ¦ki bu bir bakıma benim için kolaya kaçmak olacaktı¦ o nihai bütünlüğe hiç erişemeyecektim. Her kitap yokluktan doğuyor ve bir imkânsıza göz dikiyor. Ben yazma serüvenimde bunu böyle yaşıyorum. “17 Haziran”da atlamam gereken engeller farklıydı, “Latife Tekin Kitabı”nda bambaşka. Ama her birinde mutlaka aşılması gereken bir engel belirleniyor.

Her kitapta varılması gereken, hayal meyal belirlenip göz dikilmiş bir puslu zirve var. Benim için her kitap bir direncin sonunda varılan o zirve. Tabii sonra sağ salim aşağıya, düze inmek de bu masalın önemli bir parçası. Dağcılar arasında yapılan bir araştırmada kazaların çoğunun inişlerde yaşandığı ortaya çıkmış.

“Beyaz Ev”de de kendime önceleri tanımadığım bir zorluk alanı yarattım. Fiziksel olarak da var olan bir mekânın içine yerleşmiş, aile kurmuş, yeni doğum yapmış bir kadın olarak yine “17 Haziran”daki gibi cinsiyetsiz, zamansız, mekânsız bir anlatı evreni kurmak hayaliyle yola çıktım. Mekânı merkezine koymuş olsa da sadece evin kendisini ve kök saldığı adayı içine aldığından kendini evrende bir ada olarak konumlandırıyordu.

Şimdi sorun sayesinde düşünüyorum da; kitabın sadece kaleme alınmadan evvel kendini, geleceğini, nasıl oluşacağını düşündüğü bir iki yıl var. O iki yıl boyunca evle de konuşarak ona en doğru formu bulmaya çabaladım.

Varolan bir formu ödünç alamazdım. Emsali yoktu çünkü evin, onu içinde birikmiş yaşantılarla ve kendi soluğuyla ele aldığınızda hangi evin bir emsali olabilir ki… Sonunda şiirle düzyazının çekiştiği ve kitap için iyi olanın kazanacağı bir düello yaşandı.

Bunu neredeyse net biçimde gördüğümü iddia edebilirim. Şiir dizesi ile düzyazı cümlesi sağlam bir halatı çekiştiriyorlar ve sonu noktalı olan cümle kazanıyor. Sonunda bir şartla diye de ekliyor: Her cümleden sonra bir satır boşluk olacak.

Bu asla görsel-biçimsel bir kapris değildi. O boşluklar, duruşlar evin varlığını, onunla yaptığımız düeti sezdirirken bir yandan da meditatif bir okuma önerisinin somut biçimde kendini sunmasıydı. “Beyaz Ev”in hep ağır okunan ama insanda bir daha okuma arzusu uyandıran bir kitap olmasını hayal etmiştim. Bana bu yönde yorumlarını iletenler olduğunda çabamın ve duyuşumun ödüllendirildiğini hissettim.

“Beyaz Ev” aynı zamanda beş duyuyla yazılmış bir kitap, bir anlamda yazılırken duyuların bilenmesini sağladı. Dilerim okurlarına da böyle şeyler yaşatır, deneyimleme olanağı sunar.

Yaşadığımız mekânlar derimiz gibi, onları da üstümüze giydiğimizi hayal edelim, buradan bakınca bir oluyoruz, bütünleşiyoruz onlarla. İçimize aldığımız ya da bunu hayal ettiğimiz eşlerimizi, sevgililerimizi yüceltip onlara şiirler, şarkılar, kitaplar yazarken başımızı soktuğumuz, sığındığımız mekânlarla sanki pek de zihinsel-duygusal-duyusal bir ilişki kurmuyor, onlara, onlarla ilişkimize dair yaratıcı bir sorgulama içine girmiyor, pek ürün vermiyoruz. Buna yeryüzü de, o uçsuzluk da dahil. Tüm mekânları yeryüzünün hücreleri gibi de ele alabiliriz.

“Cam Kulübeler”de yaşamayı idealize eden biriyim ve bir eve, mülke, mekâna, coğrafi-kültürel-milli kimliklere sahip olmayı, bunlarla anılmayı reddediyorum. Bu bakımdan da “Beyaz Ev”i; bir varlık gibi dile gelen, yüz elli yaşına yakın ahşap bir yapının içinde ¦kalbinde, böbreğinde, akciğerlerinde¦ yaşarken kendisine adeta katılarak, eklenerek, hücrelerinden birine dönüşerek yazmaya, ona ses vermeye çalışmış birinin kitabı olarak okumak lazım. Görüldüğü gibi “Beyaz Ev”e dair söz halen kendini doğurmaya ve kendinden doğmaya devam ediyor. Kitabı yazdıktan sonra dilime dolanan bir cümle var: Duyulur duyulmaz sessizlikte(n) dile gelenlerle yazıldı “Beyaz Ev”.

aldıktan sonra, yaklaşık bir aralıkla iki kez okuduğum "beyaz ev" ve ondan önce yayınlanan ama benim daha sonra, çok yakınlarda okuduğum "17 haziran". iki romanda da bazı izleklerde koşutluklar da var ama benim asıl sormak istediğim, anlatış biçimi ve dil. “beyaz ev”de anlatılanı değil ama anlatma biçiminin özünü, kaynağını “17 haziran”ı okuduktan sonra kavradığımısöyleyebilirim. “beyaz ev”e ilkin "şiir roman" demiştim. ama sonra bunun farklı bir anlatım biçimi hattâ dil olduğunu düşünüyorum. bu dile belki "pelin özer dili" de denebilir ama ben şimdilerde "şiirce" adını veriyorum ve kadınlık hâline özgülüyorum bu dili. bu dilin aslında dildeki erilliği, ortadan kaldırmak diyemesem de azaltmaya ve yönelik bir çaba olarak da düşünüyorum. bazı kadın yazarlarda hissettiğim bu durumu bu iki romanı birlikte düşününce bir düşünceye dönüştürdüm. onun için sana ayrıca teşekkür ediyorum. bu anlatım tarzı, bu anlamda bir arayış ve belki de onun bir "edimsel denemesi" olup olmadığına ve romanlarına dair de bir şeyler söyler misin?

17 haziran Bu bakış ve yorumlar benim için çok değerli, çok teşekkür ederim. Dil içimizde canlılığını koruyarak hiç durmadan çoğalan bir kaynak. Yazmaya oturduğumuzda, ona bir biçim vermeye çalıştığımızda bile o hareketliliğini tamamen kontrol altına alamıyoruz, denetleyemiyoruz ya da istesek de onu susturamıyoruz. Hele bir de içimizde ayrı ayrı kanallardan yürüyorsa dil; onun hızına, çoğalışına yetişebilmek daha da fazla efor istiyor. Ama bir yandan bunun avantajları da var. Bizi sürekli o kaynakla temas halinde tutuyor.

Yazdıklarımı yayımlamaya yeni karar verdiğim günlerde şiirin o tazyikli kimyasıyla başa çıkamadığımı çok net hatırlıyorum. Düzyazı alanında hep çalıştığım halde yazdığım kısa yazılar o yoğunluktan sıyrılmamı sağlayamıyordu, bana uzayıp giden bir düzlem gerekiyordu. Türe karar vermek adeta kendi yaratacağınız bir habitatı oluşturmak.

Mimar, mühendis, işçi hepsi sizsiniz ve yapayalnızsınız. Bir yandan da sadece şiir yazarak yaşayabilecek biriydim ama bunun da tehlikeleri vardı, görüyordum. Romanla uzayıp gidecek sözün beni şiirde tabiri caizse gevezelikten koruyacağını hissettim. Güçlü bir duyuştu bu. Beni şaşırttı önce. Şiirin şuursuzca kendini çoğaltması mümkün, bunun örneklerini de görüyoruz. Kendini tekrar eden bir şiir dünyası yazan kişi için ciddi bir tehdit bence. Sanatın her alanında böyle.

Benim içinse şiir yayımlamak çoğaltmak değil de eksiltme çabası gibi. Demlenme sürecinin önemi bu elemeye de yardımcı olmasında aslında. İşte, başka türlerde ve bilhassa uzayıp giden türlerde ürün vermek bu elemeye de yardımcı olan bir çalışma. Tabiri caizse şiir külliyatını terbiye eden bir yanı var.

Romana ve o düzleme yerleşme kararının bir boyutu da onunla ciddi biçimde tartışmamı sürdürmem aslında. Tabii iyi örneklerini dışarıda tutarak söylemeliyim ki ikna olamadığım bir yanı var romanın, sırf bu nedenle ona çekilmiş de olabilirim. Roman yazma kararı almak ciddi bir iddia gibi görünüyordu. Başta gönlümü çelen de bu duyuş oldu. Otobiyografik bir meydan okuma iyi gelecekti. Belki tam da o sırada “Latife Tekin Kitabı”nı hazırladığım için bir bakıma kendi hayatımı da bambaşka açılardan ve son derece farklı bir yaklaşımla ele almak isteği de olabilir.

Her kitap kendisi için yepyeni bir dil yaratıyormuş gibi geliyor. Bu bakımdan “17 Haziran” da “Beyaz Ev” de onları oluşturan dilin doğumunu bekledi bir süre. “17 Haziran” dilini ve yapısını sağlam kurabilmek için, kendine ikna olabilmek için üç kere silbaştan yazıldı, “Beyaz Ev” iki yıl sessizlikte dile gelmeyi bekledikten sonra beş yıla yayılan bir dönemde hayat buldu. Bu bakımdan roman türü benim için bir sabır, azim, yalnızlık ve çalışkanlık testi aynı zamanda.

Şiire hiç benzemeyen yanı da bu olabilir. Şiir gelir kendini yazdırıp çekilir. Kalabalıkta bile bir köşeye çekilip yazarsınız, yürürken ya da rüyadan uyanıp… Ama roman talepkârdır, bir odaya uzun uzun kapatır. Şiirden kaçmak için romana sığınmış da olabilirim, bu da mümkün. Roman yazarken bir bakıma şiire daha mesafeli yaşarım. Zihnimi ele geçirir, tekeline alır roman, bu yüzden de kolay bir karar değil romana kapanmak.

Her ne kadar “Beyaz Ev”i roman diye sınıflandırmış olmasam da teknik açıdan romanın talepkârlığı onda da vardı. Her roman, her yazınsal tür benim açımdan bir arayış. Elimden tutup da beni içten içe sezdiğim, tamamlanmış halini netlikle gördüğüm o şimdilik flu bütüne götürense dilin kendisi. Onun şiirden ayrılmamasına şaşırmıyorum çünkü sahiciliğine hiç sorgulamadan ikna olduğum dil, ana dilim, şiirin dili.

çok teşekkürler sevgili pelin özer...
nice şiirlere, nice buluşmalara...

Fotoğraf: Büke Akşehirli

 

 

 

  geri