AZILARIM / SAĞLIK-TIP | |
| Genel | Sağlık (Hasta) Hakkı | Sağlık-Tıp Eğitimi |
LEPRA BAŞLANGICINDAN BUGÜNE LEPRA TARİHİ Lepra tarihi üzerinde konuşulurken; bu hastalığın “insanlık kadar eski” olduğunu vurgulanır. Oysa değişik kaynaklara göre insanlığın kökeni 650 bin yıl önce Afrika’ya uzanırken, lepranın ana vatanının Asya olduğu vurgulanmaktadır. Lepra tek ve ayrı bir hastalık olmasına karşın tarih boyunca birçok yerde birçok “kötü/kötücül” hastalığın lepra olarak anıldığı ya da lepra sanıldığı bilinmektedir. Çin’de MÖ 5000’lere kadar uzanan yazılı bazı belgelerde bu hastalıktan söz edilmektedir. MÖ 1130’da Çin’de yazılan Su-Ven adlı tıp kitabında hastalığın klinik tanımlamasının yapıldığını ülkemizde Lepra ile ilgili ilk özel monografiyi yazan Dr. Etem Utku ortaya koymaktadır(1). Yine Utku’ya göre MÖ 1400’lere kadar uzanan Rig Veda, Atarv Veda, Manu Smiriti adlı Hint din kitaplarında söz edilen ve “Kuşta” adı verilen hastalığa ilişkin konulan sosyal kurallar, bu hastalığın lepra olabileceğini düşündürmektedir. Bugün Hint dilinde de lepra hastalığının adının “kosta” ya da “kasta” olarak geçmesi bunu kanıtlayan önemli verilerden birisi olarak kabul edilmektedir(1). Lepranın Orta Asya’nın en eski kavimlerden birisi olan İskit’lerde mevcut olduğu ve İran yolu ile Anadolu, Irak ve Arabistan’a taşındığı kabul edilmektedir. Pers’lerin “Averta” adlı kutsal kitaplarında geçen “Pigasos” adlı hastalığın da tanımı lepraya uymaktadır. İran’da bugün kullanılan dilde de lepraya “pisege” denilmektedir. (1,2) MÖ 2500’lerde yazılan Hintli bir ozanın eserinde “Lepralılar saklansın ve uyuz köpeklerle çöplüklerde yaşasın, onları şehirlerden taşlarla kovalamak lazımdır. Vücutları pisliklerle kaplanmalı,Allah’ın nehirleri kadavralarını kusmalıdır” denildiği ifade edilmektedir(1). Dr. Utku’ya göre Kuşitlerden gelen ve korsanlık ile ticaret yapan Fenike’liler, bütün Asya, Avrupa ve Afrika sahil ve içlerinde koloniler kurdular, Akdeniz’i Fenike gölü haline getirdiler. Lepra bu kavmin ulusal hastalığı idi. “Morbus Phenicicus” denilen hastalığı da her gittikleri yere taşıdılar. Birçokları kolonilerde evlendi, yerleşti ve leprayı da oralara yerleştirmiş oldu(2). Ancak bu isimle “frengi” hastalığının da anıldığı, aynı öykünün benzer bir şekilde frengi için ifade edildiği unutulmamalıdır. Littré tarafından tercüme edilen ve tababetin babası olarak anılan Hipokrat’ın “Corpus Hippocraticum” adlı yapıtının 5. cildinde yer alan “leuce” sözcüğünün leprayı kast ettiği kabul edilmektedir. Hipokrat’a göre bu hastalığa yakalananlar şehir dışına atılmaktaydı(2). Avrupa kökenli kaynaklarda Mısır’lı tarihçi Manethon kaynak gösterilerek belirtildiğine göre MÖ 300’de Mısır’da 80 bin kadar cüzzamlı vardı(3). Yunan kültüründe ikinci yüzyılın ilk yarısı ile üçüncü yüzyılda şifa bekleyenlerin büyük önem verdiği “Asklepion Kültü” hristiyanlıkla beraber kuvvetlenmiştir. Burada cüzamlıların arınacağı kabul edilmiştir. Aynı dönemde hem filozoflar, hem de hekimler cüzamla ilgilenmişlerdir. Aristotales (MÖ 384-322) ve Galenos(MS 131-200) da yapıtlarında lepradan söz etmişler ve bu hastalığın tarifini yapmışlardır(1, 2). Asya, Avrupa,Afrika dışında dünyanın diğer yerlerine cüzamın yayılışı daha sonraki tarihlere uzanmaktadır. Amerika’ya lepranın yeni dünyanın keşfi sırasında İspanyol ve Portekizlilerce götürüldüğü belirtilmektedir. Bu kıtada görülen ilk olgunun 1543 yılında Kolombiya’da görüldüğü, lepranın burada yayılmasının asıl nedeni olarak da siyah kölelerin Amerika’ya kitleler halinde getirilmesi olduğu vurgulanmaktadır.. Kanada’da enfeksiyonun ilk kez 1758’de saptandığı bilinmektedir. Okyanusya’ya ise hastalığın XIX. Yüzyılın sonlarında girdiği, Havai ve Sandviç adalarına hastalığın 1848’de bir Çinli tarafından götürüldüğü belirtilmektedir. Eldeki verilere göre Yeni Kaledonya’da ilk hastanın gitmesinden sonraki 10 yıl içinde toplumun yarısına lepranın bulaşmıştır. Aynı kayıtlara göre Loyalty adası’nda 1909 yılında nüfusun %35’inde lepra bulunmaktadır.(1) Dinlerin lepraya yaklaşımıLepra tarihine bakıldığında gerek çok tanrılı gerekse sonraki tek tanrılı dinlerde bu hastalığın çok özel bir yer ve önem verildiğini görmekteyiz. Antropolog Dr. Tolga Ersoy “Tıp Tarih Metafor” adlı kitabında Japonların ulusal dini olan Şinto dininin doğaya saygı çerçevesinde varlığını sürdürdüğünü ve birçok yerde "doğa ve sevgi" dini olarak anıldığını belirtmektedir. Oysa bu toplumun dilinde, "cüzam" ile "günah"ın aynı sözcüklerle anılmasını ilginç ve öğretici olarak nitelemektedir.(4) Tek tanrılı dinlerin kitapları Tevrat, İncil ve Kur’an da bu hastalık için kullanılan “zaraat”, “lepra”, “cüzzam” sözcüklerinin tek başına bu hastalığı değil, bütün korkunç ve çok bulaşıcı hastalıklar için kullanıldığı pek çok yazarca ifade edilmektedir. Din kitaplarına göre bütün bu tehlikeli hastalıklardan korunmak gerekmektedir; bu nedenle de çok katı öğütler verilmekte ve önlemler önerilmektedir(2,3,4). Dr. Ersoy “Tıp Tarih Metafor”da din hastalık ilişkisini ortaya koyduğu bölümde örnek hastalık olarak leprayı ele almıştır. Bu bölümde cüzam hastalığına ilişkin olarak özellikle tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarından örnekler veren Dr. Ersoy sonuçta yaptığı çıkarımda “Gerçek şudur ki, en ilkelinden en modernine dek tüm dinler, sınırları ve içeriği farklılaşmakla birlikte, anlamadıklarını ve anlayamadıklarını, bilemediklerini, üstelik bilmek ve öğrenmek istemediklerini yargılama, çoğu kez de yargılamaksızın cezalandırma yoluna gitmişlerdir. Yalnızca kayıtsız şartsız müminlerine hoşgörü gösteren dinler, aslında bu hoşgörüsüzlükleri bazında, acının tarihine de katkıda bulunmuşlardır. Tanrının insana verdiği bir ‘kötülük’ olan hastalık, mutlaka ya temizlenmeli ya da temizlik olamıyorsa hasta dışlanmalıdır.“ demektedir. Kutsal kitaplarda lepra ve lepralılara ilişkin olarak, onun bu saptamasını doğrulayan örneklerden bazıları şunlardır: “Yahudiler bir cüzamlıyı ya da cüzamla kirlenmiş bir evi temizlerken kuş uçurmaktadırlar. Aslında bu ritüelin bir benzeri Sumatra’lı Battaların ‘lanetli uçurma’ adını verdikleri bir törende görülmektedir. Eski Ahit’te ayrıntılarıyla anlatılan bu tören tamamlanmadığı sürece hasta tüm çevresiyle beraber kirli ve iğrenç (murdar) sayılmakta, dışlanmakta ve giderek ortadan kaldırılması olağan görülebilmektedir”(4). Yine Eski Ahit’te “Her türlü cüzam hastalığı, ve kel, ve esvap cüzamı, ve ev, ve şiş, ve kabuk, ve parlak leke hakkında ne zaman murdar, ve ne zaman tahir olduğunu öğrenmek için şeriat budur; cüzamın şeriatı budur.”(Levililer XIV/54-57) denilmektedir(4). Eski Ahit’in bir başka bölümünde ise hastalık “İnsanoğlunun deri ve etlerinde çeşitli renkte yaralar meydana geldiğinde bu tür hastalar arkadaşlarından tecrit edilir.” (Levililer XV/37) şeklinde tanımlandıktan sonra “...cüzam hastalığıdır, ve kahin onu görecek ve onu murdar ilan edecektir” (Levililer XIII/3) denilerek hastalar murdar ilan edilmekte ve yukarıda andığımız törenle temizlenmenin ardından ilgili eşyalar –belki de temizlenemeyen hastaların- şehir dışında yine murdar ilan edilen bir yerleşim bölgesine bırakılması gerektiği “O zaman kahin emredecek, ve kendisinde hastalık olan taşları çekecekler, ve onları şehrin dışındaki murdar bir yere atacaklar” (Levililer XIV/40) şeklinde belirtilmektedir(4). Lepralıların nasıl yaşayacakları ve toplum içinde davranacakları da yine Tevrat’ta yer alan “Ve kendisinde cüzam hastalığı olan adamın esvabı yırtılacak, ve saçları çözülecek, üst dudağını kapayıp; Murdar, murdar diye bağıracak. Hastalık kendisinde devam ettiği bütün günlerde murdar olacaktır, murdardır; yalnız başına oturacaktır, meskeni ordugahın dışarısında olacaktır”(Levililer XIII/45-46) sözleriyle açıkça ifade edilmektedir(4). Tüm bu özel kural ve nitelemeleri pekiştiren noktalardan birisi de bu dinlerin peygamberlerinin gösterdiğine inanılan kimi mucize ve davranışlardır. Örneğin İbranilerde Musa Peygamberin lepra hastalarıyla ilgili mucizelerinin öyküleri bugüne kadar uzanmaktadır. Bununla birlikte aynı kaynaklarda lepralıların tecrit edilmesini ilk kez önerenin Musa peygamber olduğu kaydedilmektedir(2). İncil de, Tevrat’ı tamamlayıcı olarak konuyu işler. İncil’in hemen tüm kitaplarında (Matta (8:1-4), Markos(1:40-45), Luka(5:12-16)) cüzam özel bölüm halinde yer almakta ve anlatılanlara göre İsa Peygamber karşısına çıkan cüzzamlı hasta(ları)yı iyileştirmektedir (5,6,7). Bazı aktarmalarda ise tanrının İsa’nın peygamber olmasına karar vermesinden önce yaptığı son sınamanın, İsa’yla cüzamlı arasındaki bu ilişki olduğu ifade edilmektedir. İsa, günahkar hastayı iyileştirmesinin ardından, temizlendiğinin ya da tahir olduğunun doğrulanması gerektiğini görerek onu Musa’nın halkına gönderir: “... ve onun cüzamı hemen temizlendi. Ve İsa ona dedi: Sakın kimseye söyleme, ancak git kendini kahine göster, ve onlara şehadet için, Musa’nın emrettiği takdinameyi arzet.”(Matta VIII/3-4) (5) Bu mucizeye koşut bir başka olay, İmparator Constantinus’un yakalandığı cüzam hastalığından ancak Papa Silvestro’nun öğütlerini yerine getirerek kurtulmasıdır(4). Bu nedenle hristiyanlıkta din görevlileri cüzamlılara hizmet etme konusunda adeta yarışırlar. Kuran’da da benzer biçimde kaçma ve dışlama tavrı sürmektedir. “Aslandan nasıl kaçarsan cüzamdan da öyle kaç” denilmekte, ve sağlıklıların cüzamlılara iki mızrak boyundan daha fazla yaklaşmaması önerilmektedir(1,4). Çok açık olmamakla birlikte burada da günah=hastalık yaklaşımı gözlenmektedir. İslamîyet’in egemen olduğu yerlerde sağlıkla ilgili yapıtlarda diğer hastalıklarla birlikte cüzam da sık olarak ele alınmıştır. Tek farkla islamî kaynaklara göre lepra tedavisi olabilir bir hastalık olarak tanımlanmaktadır. El Razi, İbn-i Sina, Ebu’l Kasım Zehravi gibi hekimler tarafından yazılan yapıtlarda diğer hastalıkların yanı sıra lepra da incelenmiştir. (8). İlk Türk ve Müslüman hekim olan İbn-i Sina (980-1037)’nın “El Kanun F’ıt-Tıbb” adlı eserinde cüzama “daülsedef” demektedir. Ona göre; bu hastaların yüzleri o kadar korkunç olur ki, insan aslandan korktuğu gibi kaçar diyerek hastalığın yüzdeki belirtilerini ve ayrıca da bütün bedende kötü bir koku oluştuğunu, vücut azalarının şeklinin bozulduğunu ve düştüğünü ifade etmiştir. Diğer bir Türk ve Müslüman hekim olan er-Razi (854-932) hastalığın tarifini yaparak dört lepra şeklini ayırmıştır (1). Anadolu ve Çevresinde
Lepra Daha yakın tarihlere ve içinde bulunduğumuz coğrafyaya gelecek olursak; Leprayla ilgili monografisinde Dr. Utku mevcut durumu, “Bizans zamanında memleketimizde lepra endemo-epidemik bir hal almıştı. Pek çok Bizans kıralı lepra ile savaşmış ve bu maksatla birçok leprözöriler kurmuşlardır. Bunlardan beş tanesi yalnız İstanbul’da inşa edilmiştir. Xenon denilen bu müesseselerden bir tanesi Taksim’de bugünkü Alman Hastanesi’nin yerinde idi. Bu leprözöri, sonradan Alexis Comnenus tarafından 1000 yatağa çıkarılmıştır. İkincisi Ayasofya Camisi yanında Constance tarafından, üçüncüsü Beylerbeyi Sarayı yerinde Justinianus I.’in karısı Sophia tarafından, dördüncüsü Yuşa tepesi eteklerinde, sonuncusu ise Fenerbahçe’de kurulmuştu. Bunlardan başka Anadolu’nun muhtelif illerinde ve Marmara ve Ege denizleri adalarında sayısız leprözöriler mevcuttu.” şeklinde anlatmaktadır.(1) 1992’de yazdığı “Başlangıcından bugüne kadar İstanbul’da kurulan Lepra hastaneleri” başlıklı uzmanlık tezinde de Sevim Başer bu leprözörileri ayrıntılarıyla incelemiştir. Başer söz konusu tezinde; “Hristiyanlığın yayılışından sonra ilk hastanelerin IV. yüzyıl içinde kurulmaya başlandığı tahmin ediliyor. Eldeki kayıtlara göre Kayseri Başpiskoposu Baseilos’un MS 375 yılına doğru şehir dışında içinde lepralıların da bakıldığı bir hastane kurduğu, Sivas Başpiskoposu Eustanios’un IV. yüzyıl ortalarına doğru bir hastane kurduğu buraya “lobe”(=lepra?) denilen hastaların alındığı, İzmit’te piskopos Theophylaktos tarafından yaptırılan iki katlı hastanede cüzamlılara bakıldığı, yine aynı yüzyıllarda Antakya, İskenderiye, Filistin ve Teberiye gölü kıyılarında cüzamhanelerin kurulduğu, Urfa’da piskopos Nonnos, azizlerden Kosmos ve Damianos’un şapele sahip bir leprozöri kurdurduğu, Bizans döneminde İstanbul’da da bir çok cüzzamhaneler kurdurduğu kaydediliyor” demektedir.(2) Arap, Osmanlı ve İslamiyetin egemen olduğu dönemde bu tür leprözöri ve cüzamhaneler yalnız İstanbul’da değil birçok yerde bulunmaktaydı. Yine Başer bunlara ilişkin olarak şu bilgileri vermektedir (2): Al-Makrizi kaynak gösterilerek verilen bilgiye göre Şam’da açılan ilk islam hastanesinde ayrı bir cüzam bölümü vardı ve burada lepralılara hizmet eden ayrı hekimler bulunuyor, cüzamlıların iaşeleri karşılanıyordu. İslamiyetin İspanya’ya kadar ulaştığı dönemlerde, İspanya’da Cordoba yakınlarında, Fas’ta, Tunus’ta, Kahire’de birkaç yerde cüzamlı hastaların tutulduğu ve tecrit edildiği yerler vardı. Selçuklu döneminde Kayseri’de Salkon bölgesinde adına “Meczumiyn Zaviyesi” adı verilen, Konya’da da “Sıracalılar Tekkesi” denilen birkaç leprözöriden söz edilmektedir. Ayrıca Sivas, Kastamonu, Tokat, Amasya, Adana ve Edirne’de Sultan II.Murad tarafından kurulan hastanelerden önce buralarda leprözöriler vardı. Kayıtlara göre II. Murad Edirne’de Kirişhane semtinde 1421-1451 yılları arasında Osmanlı’ların Rumeli’de kurdukları ilk cüzamhane olarak bilinen yeri yaptırmıştı. Yavuz Selim tarafından İstanbul Üsküdar’da yaptırılan ve 20. yüzyılın başına kadar hizmet veren miskinhane bulunmaktadır. Yine Yıldırım Beyazıd tarafından Bursa’da Darüşşifa’ya yakın bir yerde yaptırılan ve adına “Miskinler Zaviyesi” denilen yerin 1551’den 1817’ye kadar hizmet verdiği kaydedilmektedir. Osmanlı döneminde Kıbrıs ve Girit’de de cüzamlıların kaldığı ayrı yerler bulunduğu, bunlara devlet tarafından bakım ve yardım verildiği devlet arşivlerindeki kayıtlardan çıkarılmıştır. Anadolu’nun bazı yerlerinde miskinlere ayrılan mahalleler olduğu, örneğin Sakız adasında halkı cüzamlı olan bir kazanın müdürünün de bu hastalığa yakalandığı ve bu kişinin 1893 yılında orada bulunduğu, Datça Körfezi’ndeki Sömbeki adasının bir parçası olan Nimöz (Miskin) adası’nda Yunan işgaline kadar bir Osmanlı cüzamhanesinin bulunduğu buraları bilen halkın bu yerlerin sakinlerinden korkup uzak durdukları kaydediliyor (2,8). Başer Şehsuvaroğlu’ndan yaptığı bir alıntıda Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin hocalarından Hüseyin Hulki Bey’in 1892 yılında Viyana’da Türkiye’deki cüzam ve cüzamhaneler hakkında bir konuşma yaptığını aktarıyor. Yine aynı çalışmada difteri aşısını bulan ve ilk Nobel Tıp Ödülü’Nü alan Alman Emil von Behring’in İstanbul’a geldiğini ve o sırada cüzamlılarla da ilgilenen Deycke paşayı ziyaret ettiğini de belirtiyor. Leprada “Karantina”
olgusu Tevrat’ta ve İncil’de cüzama atfedilen “kirlilik” ortaçağ boyunca sürmüştür. Bu aşağılayıcı tavrın bir sonucu olarak cüzamlı hastalar, boyunlarında herkesin işitebileceği bir cüzam çıngırağı ile “unclean” –kirli, murdar, günahkar- diye bağırarak dolaşmak zorunda bırakılmış ve sonunda hastalar cüzamevi adı verilen konutlarda yerleşime zorunlu tutularak toplumdan tümüyle uzaklaştırılmışlardır. Günümüze dek süren ve din kurumlarının önderliğindeki belirlenen bu insanlık dışı uygulamaların sistemleştirilmesine ait ilk bilgiler ise İsa’dan sonraki 583 yılına aittir. Söz konusu yayınlar, lepralı hastaların serbestçe dolaşmasının yasaklandığı, hastaların gruplar halinde kontrolünü de zorunlu korunma için benimsediği kaydediliyor. Öyle ki bu korunma yolu, zaten “günahkar olan hastaların” dini kurallara uyulmaksızın ve elbiseleriyle gömülmesini de beraberinde getiriyordu(3). Tüm bu uygulamaların sistemli ancak bilimsel olmayan bir “lepra karantinası” olduğunu söyleyebiliriz. Kaynaklarda lepralılar için yapılan ya da gösterilen tecrit yerlerinin bir çok yerde ve çok sayıda olduğu kaydedilmektedir. Örneğin Romalılar, Kâhinlerin sözlerine önem vererek bunlar için şehir dışında günahkârlar hamamı denilen yerler yaptırmışlardı. Bunlardan birisinin de Antakya’da Habib Neccar dağında kurulmuş olan Miskinler Tekkesi olduğu kaydedilmektedir. Söz konusu dağın 200 m. kadar yukarısında bulunan mağara şeklindeki yerin geniş bir avlusu vardı. Burada kurban kesilirdi. Mağaranın alt kısmı ise şifa bulmayacak cüzamlılarla doluydu. Hapsedilenler dışarı çıkartılamaz, yemeleri demir parmaklıklar arasından verilirdi. (1,9) Avrupa’da lepranın çoğalması bu tür yerlerin artmasına neden olur. Ellerinde çıngıraklarıyla gezen lepralılar başlarında papazlar bulunmak kaydıyla, zincirlere bağlı olarak çoğu şehir dışında bulunan kalelere hapsedildiği yine birçok kaynakta ifade edilmektedir. VII.Louis’in vasiyetnamesinden Fransa’daki cüzamlıların hapsedildiği yerlerin 2000, bütün Hristiyanlık aleminde ise 19.000 olduğu ortaya çıktığı belirtilmektedir. Cüzamhanelere giriş serbest olduğundan hastalığın arttığından ve syphilis(Frengi) gibi deri hastalıklarına sahip olanların da burada kaldıklarından söz edilmektedir. Avrupa’da lepra salgınının XIV. yüzyıla kadar devam ettiği, bu artışta açlık ve sefaletin büyük etkisinin olduğu gözlenmektedir. Daha sonra lepra hızla azalmaya başlamıştır. XVI. yüzyılda batı ve orta Avrupa’da neredeyse hiç lepralı kalmamıştır. 1547 senesinde İngiltere’de kurulan bir komisyonda leprozörilerin boşaldığı ifade edilmiştir. Almanya ve Danimarka XVI. Asırda, Fransa 1789 senesinde, Norveç de XVII. Asırda bu hastalıktan kurtulmuşlardır. Toplum içinde iki asır kadar yaşamlarını devam ettirmelerine rağmen cüzam evleri kapatılmıştır (1,10). 12. ve 13. yüzyıllarda Avrupa’da çok yaygın olan lepranın henüz bu hastalığı yapan basili ortadan kaldıracak ilaçlar ortaya çıkmadan tamamıyla kaybolmuş olması birçok uzman tarafından sosyoekonomik koşulların düzelmesine bağlanmıştır. Ancak lepraya yönelik bu karantina uygulamasının, din adamlarının “ideolojik” bir zorlamasına dönüşmesini, leprayı öğrenmeye çalışmamanın ardından gelen ikinci bir başarısızlık nedeni olarak görmek de olanaklıdır. Döneme yönelik diğer çalışmalarda da görülebileceği gibi, dini kurallar ve etkiler tüm bilimleri etkisi altına alabilmektedir(3). Tüm bunlarda cüzamın; dinin kutsamadığı, yasal ve meşru olmayan bir cinsel ilişki sonucu oluşan ceza gibi görülmesinden kaynaklandığı da söylenebilir. Gerçekten de cüzam çok değişik kaynaklarda bir çok başka hastalık yanında cinsel ilişkiyle bulaşan hastalıklar arasında sayılmıştır. Oysa hastalığa neden olan basil bir zorunlu hücre içi parazittir ve sperm dahil vücut sıvılarında bulunmamaktadır. Bir hekim olan Bernard Gordon daha 1305’te bulaşıcı olduğunu düşündüğü sekiz hastalık arasında lepranın da bulunmamasına rağmen, onun cinsel ilişki ile bulaşan sifilis-frengi ile karışabileceğini düşünmüştür(3). Tıbbi ÇalışmalarLeprada ilk bilimsel çalışmalar 1840-45 yıllarından Danielsen ve Boeck tarafından başlatılmıştır. Bu hekimler lepra kliniği ve histopatolojisi üzerinde çalışmışlardır. Yaptıkları çalışmalar sonucunda bugün kullanılan birçok bilgiyi ortaya koymalarına karşın, Hutchinson ve Newman’ın da desteklediği lepranın bulaşıcı olmadığı yolundaki düşünceleri, 1874’de Norveç’li bilim insanı Gerhard Armauer Hansen’in Pasteur’ün denemelerinden ilham alarak başlattığı çalışmaların sonucunda lepra basili (Hansen Basili = Mycobacterium Leprae)nin ortaya konulmasıyla reddedilmiş ve bugün ulaşılan bilimsel bilginin temel dayanakları oluşmuştur. 1919’da Japon Kensueke Mitsuda tarafından ortaya konulan Lepromin testi ile de hastalığın oluşması için doğal bağışıklığın olmaması halinin hastalığın oluşumu için önemli olduğunu ortaya koymuştur.(1,11). Daha sonra Ridley ve Jopling hastalığın klinik tiplerinin kişinin lepra basiline karşı verdiği hücresel immun yanıta bağlı olarak geliştiğini bulmuştur(11). Hem hastalığın yoğun olduğu
hem de tıp olanakları açısından birçok gelişmiş ülkede leprayla ilgili yapılan
araştırma çalışmaları sonucunda leprayla ilgili bilgiler sürekli olarak
çoğalmıştır. Ne var ki hastalığı yol açan basilin hastalar dışında yalnız bazı
hayvanlarda ve canlı doku kültürlerinde çoğaltılabilmesi, başka bir deyişle in
vitro ortamda kültürünün yapılamaması, basile ilişkin birçok bilinmeyen
noktanın olmasına neden olmuştur. Genetik yapıyla, immuniteyle olan ilişkisi
belirlenmekle birlikte bunun neden ve nasıl geçtiğine ilişkin kesin bilgilerin
azlığı, hastalığın yok edilmesin için yalnız mevcut olguların erken saptanması
ve tümünün tedavi edilmesi zorunluluğunu doğurmuştur. Günümüzde çağdışı yöntem
olarak söz edilen “karantina” ve toplumdan “dışlama” bir kenara bırakılırsa,
mevcut hastaları tedavi etme dışında enfeksiyon zincirini kırmak olanaklı
değildir(12) Ülkemizde yapılan leprayla ilgili çalışmalara ilişkin olarak da değişik kayıtlar mevcuttur. 19. yüzyıl sonunda bilimsel bir seyahat amacıyla Balkan ülkeleri ve İstanbul’a gelmiş olan Berlin’li Dr. Max Laehr’in, Üsküdar Miskinhanesi ve özel bir lepra şekli olan “Lepra nervoza” hakkındaki bilgileri dikkat çekicidir. Türkiye’de yaşamış ve Türklerin tıp ve batıl inançları üzerine yazıları bulunan Alman muharrir Bernard Stern’in, İstanbul’daki leprözörilerden, bilhassa Üsküdar Miskinhanesi’nden bahsettiği görülmektedir(2). Üsküdar Miskinhanesi’nin 1923 senesine kadar yarı bakımla ayakta durduğu söylenmekte; I. Dünya Savaşı sırasında bazı lepralılar üzerinde araştırmalar yapılmak üzere Üsküdar Miskinhanesi’nden alınan cüzamlılar, Gülhane Askeri Tatbikatı Tıbbiye mektebi’Ne getirildiği ve burada Prof.Deycke ve bakteriyolog Dr.Reşat Rıza tarafından muayene edildikleri kaydedilmektedir. Prof.Dalamare ve Dr. Hasan Şükrü’nün de 1919-1922 tarihleri arasında İstanbul’un bu önemli cüzamhanesinde araştırmalar yaptığına ilişkin kayıtlar vardır. 1922 senesinde İstanbul’a konferans vermek için gelen Prof. Marcel Labbe, Üsküdar Miskinhanesi’nde incelemeler yapmıştır. Sultan Hamid’in özel doktorlarından olan Zambaco, Türklerin leprözörileri geç açtığından bahsederek, Sultan Mahmud’un bu leprözörisini ilk saymış ve döneminde özellikle asker muayeneleri sırasında leprayı da araştırmışlardır(2). Lepranın görülme sıklığı
ve epidemiyolojik çalışmalara ilişkin veriler Dünya Sağlık Örgütü kurulmasından sonra lepra konusunda düzenli olarak veri toplamaya ve duyurmaya başlamıştır. Ethem Utku’nun 1961 yılında yayınladığı kitabında verdiği rakamlara göre dünyada 20 milyondan fazla lepralı bulunmaktadır. Ancak Dr. Utku bu verilere güvenilmeyeceğini çünkü bunların hükümetlerin sunduğu verilere göre oluştuğunu kaydetmektedir. Dr. Utku’ya göre bu hastalık için sunulan rakamlar gerçeğin onda biri oranındadır. Dünya Sağlık Örgütü özellikle 80’li yıllardan sonra lepra konusuna özel bir önem vermiş, oluşturduğu bir komiteyle değişik ülkelerdeki lepra kontrolü çalışmalarını desteklemiş ve yakından izlemiştir. Ülkemize gelen, uzun yıllar DSÖ’nün leprayla ilgili biriminin başından bulunan Hindistanlı Doktor Noordeen, bu çalışmaların her biriyle kişisel olarak da çok yakından ilgilenmiştir. DSÖ tarafından 1983 yılında önerilen “Kontrol altında kombine lepra tedavisi” uygulaması hastalığın yaygın olarak görüldüğü ülkelerde giderek artan başarıyla uygulanmıştır(12). DSÖ’nün her üç ayda bir yayınladığı epidemiyolojik hastalıklara ilişkin raporun son sayısında hem mevcut lepra sayıları Tablo 1’de görülmektedir. Aynı raporda bu genel verilerin ötesinde lepranın görece yoğun olduğu ülkelere ilişkin veriler de sunulmaktır. Buna göre hastalığın endemik durumda olduğu 32 ülkede 1985’den 1999’a kadar olan dönemde DSÖ’nün önerdiği çok ilaçlı kombine lepra tedavisi (=Multi Drug Treatment-MDT) uygulanmış ve saptanan hasta sayılarında dramatik düşmelerle giden bir değişim yaşanmıştır. Bunu 2001 yılı epidemiyolojik istatistik raporunda görmek mümkündür.(Tablo 2) Ülkemizde lepra Ülkemizde lepranın durumuna ilişkin veriler de çok çeşitli ve bir oranda da çelişkilidir. Dr.Etem Utku’ya göre ülkemizde lepra ilk kez Dr.Duhring tarafından araştırılmıştır. Sinop, Kastamonu, ve Samsun’u kapsayan bu çalışmalar dışında Sağlık Bakanlığı verileri kullanılmış, onun dışındakiler birer tahmin derecesinde kalmıştır. Richter ve Erbakan, Sağlık Bakanlığı’ndaki kayıtları incelmişler ve 1927’den 1954’e kadar 1383 olgunun kayıt altına alındığını bulmuşlardır. Ancak bu konuda bildirilenlerin oransal olarak azlığını göz önüne alarak bu sayının 8-10 katı daha fazla olgunun bulunduğu ifade edilmiştir. Conchrane ülkemizde yaptığı 20 günlük bir araştırma sonunda 6-12 bin lepralı hastanın olabileceği, Dr. Utku ise ordunun askere alma istatistiklerinden yola çıkarak yaptığı bir projeksiyonla ülkemizdeki hasta sayısının 14 bin olacağı kestiriminde bulunmuşlardır. Elimizdeki verilere göre Sağlık Bakanlığı verilerine göre 1951-54 arasında ülkemizde saptanan olgu sayısı 413’tür. 1954 yılında Elazığ Lepra Hastanesi’nde yapılan bir incelemede ise o tarihe kadar hastanede yatan 1534 olgunun yattığı bildirilmiştir.Dr. Utku bu verilerden yola çıkarak Türkiye’yi “andemik”, “andemo-sporadik” ve “sporadik” olarak üç bölgeye ayırmış ve 15-20 bin civarındaki hastanın kontrol ve tedavisi için bir program oluşturmuştur. 1964 yılında Ankara Lepra Enstitüsü tarafından Dr. Etem Utku’nun öncülüğünde Elazığ, Erzurum, Kars, Van, Ağrı ve Hakkari illerinde hasta bulma ve kontrol çalışmaları yapılmıştır. 24 Temmuz 1964’de Dr. Etem Utku Hakkari’ye giderken Başkale çıkışında bir kaza geçirmiş ve aynı günün gecesi 47 yaşında vefat etmiştir. Bu programının ilk aşamalarını yaşama geçiren Dr. Utku’nun başlattığı çalışmalar ölümünden sonra da bir süre devam etmiştir(12). Ülkemize bu dönemde gelen Dr. Gay Prieto’nun 1963 yılında DSÖ için hazırladığı raporda 2544, Dr. Martinez Dominguez’in 1966 yılında UNDP için hazırladığı raporda ise 2842’si hastalığın yoğun olduğu yerlerde olmak üzere toplam 3551 olgu olduğu belirtilmektedir. 3 yıl içinde 1000’in üzerinde olgu saptanması bu yıllarda yapılan çalışmaların yoğunluğunu gösteriyor. Bu verilere dayanan Dr.Dominguez prevalansı binde 0.44 olarak vermektedir. Buna göre ülkemizde 15 bin olgunun olması gerekmektedir. Oysa bu dönemde saptanan olgu sayısı 4 bin dolayındadır(12). 1962-67 yılları arasında düzenlenen kampanyalarla hasta bulunan illerde yeni olguların saptanması için çalışmalar yapılmıştır. 1962’de Sivas’ta 79, 1964’de Van’da 204, 1965’de Tunceli ve Bingöl’de 79, 1966’da Malatya’da 20, 1967’de Afyon’da 79 olmak üzere yaklaşık beş yıl içinde 461 yeni olgu saptanmıştır. Bu illerde çalışma öncesinde kayıt altında bulunan hasta sayısı 455 olup yeni bulunanların sayısından daha azdı(1,12). Yine aynı çalışmada Ankara Askeri Hastanesi’nde 1965-70 yılları arasında muayene edilen toplam 80 bine yakın asker içinde 41 lepralı olduğu görülmüştür. Bunların da 21’inin daha önce lepra çalışmaları sırasında saptandığı anlaşılmıştır. Bu rakam da ülkede bu yıllarda saptanan hasta sayısının bütün hastaların yarısına yakın olduğu sonucunu vermektedir(12). Ahmet Akçaboy ve arkadaşlarının 1969 yılında Afyon ve Muğla’da yaptıkları bir çalışmada 139 köyde yaşayan 9617 kişinin 5875’i lepra yönünden kontrol edilmiş ve 25 yeni olgu saptanmıştır(13). Bu da cüzamın yalnız doğuda değil batıda da olduğunu gösteren ve toplam olgu sayısının bulunandan yüksek olduğu düşüncesine destek olan bir veri olarak ortaya konulmuştur. Bu dönemden sonra Ankara Lepra Enstitüsü’nde, klinik hizmet, eğitim ve bilimsel ağırlıklı çalışmalarla sürdürülmüştür. Ankara Lepra Enstitüsü’nün elemanları tarafından 1970’de Gaziantep, Kayseri, Afyon’da, 1972 yılında Konya, Zonguldak, Muğla, Antalya ve Şanlıurfa’da, 1973’de Denizli, Burdur, Isparta, Amasya ve Tokat’ta, 1974’de Van, Kars, Artvin, Eskişehir, Bursa, Balıkesir, Çanakkale, Kütahya ve Uşak’ta 1976’da Edirne, Tekirdağ ve Kırklareli’nde bu illerde görev yapan hekim ve sağlık memurlarına yönelik lepra seminerleri verilmiştir. Bu seminerlerle birlikte 1963 yılından başlayarak Enstitü içinde de çok sayıda hekim ve sağlık çalışanına lepra ile ilgili kurs ve seminerler düzenlenmiştir. 1976 yılında İstanbul Tıp Fakültesi Dermatoloji Kliniği öğretim Üyesi Dr. Türkan Saylan ve arkadaşlarının kurduğu Cüzzamla Savaş Derneği ile tıp fakültesi bünyesinde kurulan Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin katkılarıyla; o zaman Bakırköy Akıl Hastanesi içinde bir bölümde bulunan hastaların bakım ve tedavileri konusunda yardım ve bilimsel destek biçiminde başlayan çalışmalar 1982’de yapılan bir protokol sonucu burası ayrı bir özel dal hastanesi olarak günümüze kadar sürdürülmüştür. Cüzzamla Savaş Derneği ve Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından Uluslararası Lepra Yardım Kuruluşları Birliği(İLEP)’ne Türkiye’de lepranın bulunma sıklığını saptamak üzere bir genel kitle taraması çalışması projesi sunulmuştur. Projenin kabul edilmesiyle 1984-86 yıllarında Van ilinde hasta yoğunluğunun yüksek olduğu üç farklı coğrafi bölgede yer alan tüm yerleşim yerlerinde yaşayan nüfusun tamamını kapsayacak şekilde yapılan kitle taraması çalışmalarıyla mevcut lepralı sayısı ortaya konulmaya başlamıştır(14). 1984 yılında Van ilinde Bahçesaray ve Çaldıran nahiyelerinde başlatılan bu çalışmada, bu nahiyelerin sınırları içinde bulunan 51 köy ve 62 mezrada yaşayan 15.848 kişi lepra açısından muayene edilmiştir. Bu bölgelerde daha önce kayıt altına alınmış olan ve yaşayan 49 hasta muayene edildikten başka ve 17 yeni olgu saptanmıştır. Bu “genel kitle taraması çalışmaları”yla birlikte Muğla ilinde de “hasta-temaslı kontak taraması” çalışması da gerçekleştirilmiştir. Bu lokalitede kayıtlı bulunan 65 hastanın 54’üne ulaşılarak kendileri ve yakınları muayene edilmiş, ayrıca 4 yeni olgu tespit edilmiştir. Bu çalışmalarla birlikte kayıtlı hastalarla kontaklarının muayenesi yapılmış ve 1982 yılında DSÖ tarafından önerilen “Çok ilaçlı Lepra Tedavisi” uygulamasına başlanmıştır. Çalışmaların sonucunda ortaya konulan verilerle lepralı sayının sanıldığı gibi 15-20 bin olamayacağı olsa olsa 4-5 bin dolayında olabileceği istatistiksel olarak ortaya konulmuştur. Bu tarama sırasında saptanan yeni olgularını çok yüksek oranda, hastalığın endemik olduğu yörelerde ve eski-kayıtlı lepralı hastaların çevresinde ortaya çıktığının anlaşılması üzerine yapılan bir kontrol projesiyle o güne kadar kayıt altına alınmış tüm hastaların araştırılarak soylarında ve çevrelerinde bulunan kişilerin lepra açısından kontrolü hedeflenmiştir(14). Kontrol projesi kapsamında 1984’den 1998 yılına kadar iki il dışında 78 ilde çalışma planlanmıştır. Çalışmalar sırasında 68 ile bir kez, 48 ile iki kez, 28 ile üç kez, 13 ile de 4 ve daha fazla kez olmak üzere toplam 156 kez (sefer) gidilerek elde bulunan tüm kayıtlarda yer alan bütün hastalara ulaşılması hedeflenmiştir(12).Bu sırada yaşayan hastaların kontrolleri yapılmış, tedaviye gereksinmesi bulunanlar 1982 yılında DSÖ tarafından önerilen kombine tedavi şemasına uygun olarak tedaviye alınmıştır. Yine aynı hastaların fiziksel ve sosyal rehabilitasyonu da bu çalışmalar sırasında planlanmış, çalışmanın yürüten İstanbul Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezi ve 1983 yılından başlayarak bağımsız bir özel dal hastanesi haline gelen İstanbul Lepra Hastanesi’nin olanaklarından yararlanılarak gerçekleştirilmiştir. Yaklaşık 20 yıl içinde yapılan çalışmalarla birlikte ön çalışmaların başladığı 1983 yılından günümüze kadar ülkemizde toplam 554 yeni hasta kayda alınmıştır (Grafik 1). Halen 2001 yılı sonu verilerine göre ülkemizde 2596 hasta bulunmakta ve izleme ve kontrol altında tutulmaktadır. Bu verilere göre hastaların yaş ortalaması 59.41‘dir. Hastaların % 62.85’ini oluşturan 1631 hasta lepranın sakatlık sınıflamasına göre 2. derece (%60) ve daha üzerinde olmak üzere sakattır. Yine aynı verilere göre 2001 yılı sonunda lepra tedavisi süren hasta sayısı 35’dir. Kalan hastaların % 92’sine kombine tedavi uygulanmıştır. Tüm bu sonuçlarla ülkemizde lepra kontrol altına alınmış bir hastalık olarak nitelenmekte, yapılan çalışmalarla bir hastalığın kontrolünün nasıl olacağına ilişkin bir örnek oluşturmaktadır. Sonuç ve değerlendirmeYukarıda anlatılanlar toplum içinde çeşitli etkilerle lepralıların tanrının günahkar ve lanetli kulları olarak nitelendiğini göstermektedir. Tarih boyunca olduğu gibi bir oranda günümüzde de lepra hastalığı bir korkulacak ve çekinecek durum olarak kabul edilmiştir. 1880'li yıllarda hastalığın Batı literatüründeki izlerini ortaya koyan bir çalışma, 1990'lı yılların AIDS'ine benzerliği açısından şaşırtıcıdır. Cüzamın sosyal etkileşimlerini altı maddede özetleyen Skinsnes ve Elvove'a göre toplumun gözünde cüzamla ilgili durum şudur. "Cüzam çaresi olmayan bir hastalıktır. Fiziksel temasla ve cinsel ilişkiyle bulaştığı için lepralı hasta ile fiziksel temastan kaçınılmalıdır. Hastalar toplumdan uzaklaştırılmalı, tecrit edilmelidir. Bu çoğunlukla seksüel düşkünlüğün sonucu oluşan ahlaki bir cezalandırmadır.Kalıtsal da olabilir." Gerçekten de elimize ulaşan çeşitli sanat eserlerindeki kişiler ve olaylar, cüzam hastalarının çevresinde dolaşan "korku" öyküleri, kolaylıkla onlara yüklenen adi suçlar, bireysel, giderek ayrıntı oluşturan örnekler olmuştur (3). Bu saptamalara koşut durumları yirmi yılı aşkın lepra çalışmamda bizzat yaşayarak da gördüm. Lepralı hastalar gerçekten de bulundukları yerlerde toplumdan uzak yerlerde yaşıyorlar, hastalar ve yakınlarının toplumun ortak kullandığı olanaklardan yararlanmalarına sınırlamalar getiriliyordu. Örneğin lepralı hastalar ya da yakınları köy çeşmelerinden ya hiç su alamıyorlar ya da kimsenin olmadığı saatlerde sularını almalarına izin veriliyordu. Cüzamlılar ortak yaşam alanlarına giremiyorlar ve onların evine de kimse gitmiyordu. Cüzamlı hastaların çocuklarının diğer çocuklarla okula gitmelerinde zorluklar yaşanıyordu. Cüzamlılara karşı alınan bu olumsuz tavırlar yalnız genel toplum içinde değildi.. Eğitimli dahası onların sağlık sorunlarına yardımla görevli insanların yaklaşımları da diğer insanlara benziyordu. Hastalara direkt temas eden hekim sayısı belirli bir döneme kadar yok denecek kadar azdı. Onlara hizmet edecek olanlar da yine hastaların arasından seçiliyordu. Hekimlerin özel koruyucu(?) giysiler giyerek hastalara yaklaşıyorlardı. Bu hastalığa bakan tıp dalında çalışan bazı hekimler, “kravatlarını ağzına kapatarak” hasta muayene ediyorlardı. Lepra basili bulunan örneğin resminin çekimi için kürsüsünde bulunan aletin kullanılmasına izin vermeyen üniversite öğretim üyeleri vardı. Bu alanda çalışanları bir “rant” peşinde koşmakla eleştirenler olduğu gibi, bu alanda çalışmaktan gerçekten “rant” umanlar da vardı. Cüzam hastalığıyla anlatılanlar arasında inanılmayacak olaylar bu coğrafyada da çok değil 50-60 yıl öncesinde yaşanmıştı. Yeni bulunan bir cüzam hastasına ne yapacağını bilemeyen ve ne yapacağını soran bir kaymakama gönderilen telgrafta bir yazım hatası sonucu “izole edin” sözcüğü “izale edin” biçiminde çıktığı için cüzamlı hastanın hekim olmayan bir sağlık personelinin verdiği zehirle tıbbi yoldan “izale edilebildiği” yazılı olmayan tarih içinde söylence haline gelebiliyordu. Bu nedenle hastalar hastaneye yatırıldıklarında “öldürülmekten” korkabiliyorlardı. Sonuç olarak bilginin egemenliği kurulana kadar bu hastalığın geçirdiği süreç, hastalığa yakalananlar ve yakınlarının yaşadıkları leprayı sosyolojik yönden özelliği olan ve tıp uygulamasına ışık tutan, önemli katkılar yapan bir hastalık kılmıştır. Bu bilginin tüm hekimlerce bilinmesi ve günümüzde cüzamın yerini alan AIDS gibi hastalıklar açısından örnek olması çok önemlidir. KAYNAKLAR: 1.
Lepra
ve Modern Anlamı, Dr. Etem Utku, San Matbaası 1961 Ankara) 2.
Başlangıcından
bugüne kadar İstanbul’da kurulan Lepra hastaneleri, Sevim Başer, Uzmanlık Tezi
1992, İstanbul 3.
İstanbul’da
yaşayan Lepramatöz Lepra olguları ile bunların yakın kontakları üzerinde yürütülen bir mediko-sosyal çalışma, Dr.
Zehra Kalkan, Halk Sağlığı Uzmanlık Tezi 1982-İstanbul 4.
Tıp
Tarih Metafor, Tolga Ersoy, Öteki Yayınevi, 1996, S.48-56 5.
Matta
İncili: 8 Bölüm, 1-4 Ayetler 6.
Markos
İncili: 1 Bölüm, 40-45 Ayetler 7.
Luka
İncili: 5 Bölüm, 12-16 Ayetler 8.
Cüzam
ve Türkçe Tıp Yazmaları. Türkiye’de Cüzam tarihi Üzerine Araştırmalar, Bedii Şehsuvaroğlu, 1961,
İstanbul, (Aktaran Sevim Başer(1)) 9.
Tarihte
Lepra Savaşı ve Antakya’daki Miskinler Tekkesi, Edip Kızıldağlı, Dirim
Mecmuası, C.52 S:10 (1977) S.473-476(Aktaran Sevim Başer(1)) 10.
Bir
Tüberculoide Lepra Vakası ve Lepra Hakkında Bir Konuşma, Kemal Nuri İmre,
Mikrobiyoloji C:4, No:5-6 (1951) S.248-249 atfen)) 11.
Leprosy,
Edit:Robert C. Hastings, Medicine in the Tropics, Churchill Livingstone,1985,Honkong
12.
Merhaba
Yaşamak, Türkiye’de Cüzzamla Savaşın Dünü, Bugünü, Yarını, Prof.Dr. Türkan
Saylan, Dr. Mustafa Sütlaş, 1998, İstanbul. 13.
Afyon
ve Muğla’da Lepra Tarama Çalışması, Akçaboy, A. AÜ Tıp Fak. Mecmuası, S:20,
1967, Ankara 14.
Türkiye’de
Lepra Doç.Dr. A.Hamdi Aytekin, Prof.Dr. Türkân Saylan, II. Ulusal Lepra
Semineri Kitabı,1986, İstanbul GRAFİK 1: Türkiye’de yeni saptanan olguların
zamansal dağılımı (1980-2001) (TABLO 1:)DÜNYADA
LEPRALILARIN SAYI VE DAĞILIMI (DSÖ-2001)
TABLO 2: Lepranın
endemik olduğu 32 ülkede 1985-1999a yıllarına ilişkin veriler
(a) Bangladeş, Benin, Brezilya, Burkina Faso, Kamboçya, Çad, Kolombiya, Kongo, Fildişi Sahili, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Mısır, Etiyopya, Gine, Hindistan, Endonezya, Madagaskar, Mali, Meksika, Mozambik, Myanmar, Nepal, Nijer, Nijerya, Pakistan, Filipinler, Senegal, Sudan, Tayland, Venezuela, Vietnam, Yemen, Zambiya. (b) En son veriler Brezilya, Kolombiya, Fildişi Sahili, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Etiyopya, Zambiya. (Kaynak Üç aylık Epidemiyolojik DSÖ Raporu-2001) TABLO 3
:LEPRA MERKEZİ TARAFINDAN YAPILAN ALAN ÇALIŞMALARI
|