Ölüme karşıdan bakmak

Çok sevdiğim, bir arkadaşımı, bir dostumu, bir meslektaşımı, bir kardeşimi yitirdim.

30 Haziran 2004 onun yaşamının son günü oldu. Ölüm onu Manavgat'ta tatilde, sevdiklerinin arasında, eğlenirken, arkadaşlarıyla pin-pon oynarken buldu.

Yaşama "son" noktayı koyduğunda 47 yaşını henüz tamamlamamıştı.

O bir hekimdi, bir cerrahtı, bir eş, bir babaydı, bir tiyatrocuydu, bir oyucuydu..

O herkesin bir "derman abi"siydi...

* * *

Ölenin üzerine yazı yazmak zordur. Ölenin ardından konuşmak da...

Birkaç kez yapmak, yazmak zorunda kaldım. Çünkü yazılacak şeyler vardı, yazılmalıydı ve birileri yazmalıydı... Yine öyle... "Son" olmasını dileyerek yazacağım.

Çünkü yazacak şeyler var.

Ölenin öldüğüyle kalmaması için, ölümünün bir anlamı olması için yazacak şeyler var...

Tüm insanlar yaşlanır ve ölür.

Yaşlılık bir anlamda günden güne bedenden bir şeylerin yitmesi, başka bir deyişle bedenin yavaş yavaş ölümüdür. Yaşlanmak zordur. Günden güne bir yerlerinde bir şeylerin öldüğünü bilmek, görmek zordur.

Ama asıl zor olan "ölüm"dür. Onun için korkarız ölümden. Korkmuyorum diyen bence yalan söyler.

Ölümaynı zamanda "acı" verir. Ölene ölmeden önce, çevresindekilere ise genellikle sonra...

Ama bazen insanlar "yaşlanmadan", henüz yaşayacak çok şeyi varken de yani gençken de ölür.

"Genç" ölümler, "erken" ölümler, "zamansız" ölümler, hem ölene hem de onun yakınlarına daha çok "acı" verir.

Onların ardından "Dünyaya doyamadan, dünyanın keyfini süremeden gitti" denir.

Ama dünyaya doymak gerçekten zordur. Kaç yaşında olursak olalım, hep gözler arkada kalır...

Yaşamda bir şeyler hep eksiktir, tamamlanmayı bekler...

Bu yüzden "Yaşamak bir anlamda beden eksilirken insanı tamamlamaktır."

* * *

Bir hekim olarak çok ölüm gördüm, bir insan olarak da...

Hastalarımı, yakınlarımı, sevdiklerimi, yoldaşlarımı yitirdiğim oldu...

Ölümün her türlüsüne tanık oldum, hepsinin ardından "acı" duyan oldum, acı duyanları gören oldum. Onlarla bir yerlerimde bir şeyler öldü. Bir yandan da bir yerlerde bir şeyler bütünlenir oldu...

Gördüklerimden birisi de şuydu: Ölen, ölmekte olan insanların hepsi de son anında bile yaşama sıkı sıkı sarılıyordu...

Ölüm ne kadar kaçınılmaz olursa olsun istenmeyen bir sondur. Onun için ölümün rengi "kara"dır. Siyah ne kadar güzel olsa da, benim gibi kimileri ne kadar sevse de "ölüm"e verilen renk karadır. Çünkü acı karadır.

* * *

Ahmet bir hekimdi.

Hekimler yaşatmak için çabalarlar. Görevleri önce "yaşatmak"dır. Sonra da "acıyı dindirmek".

İkisini iyi yapanlar, iyi "hekim"dirler. Hekimler ölümü bildikleri için ölümü olabildiğince ertelemek, uzağa itmek için gayret ederler.

Ama aynı hekimler sağlığı, hastalığı, yaşlılığı, bedenin her gün yitirdiklerini, yaşamın bedenin içinde neler meydana getirdiğini iyi bilirler. Bir çok hekim bunları bildiği için yalnız ölümden değil "hastalanmaktan" da korkar. Bir hekimin bir başka meslektaşının karşısına "hasta olarak geçmesi zordur. Çok zordur hem de. Bir hekimin karşısına da bir hekimin "hasta" olarak geçmesi de çok zordur. Ne hekimler hastalanıp hekime başvurmaktan hoşlanırlar, ne de hekimler hastalanan hekimlere bakmaktan... Çoğunda bir şeyler ters gider... En çok bu durumlar da sorunlar yaşanır. Bu nedenle bir "Meslektaşın eline düşmek"ten korkar hekimler.

Hekimler kendilerine; bazı tanıların, tedavilerin söylenmesi ve uygulanmasından, durumlarının daha kötüye gitmesini önlemek için yapmak ya da yapmamak zorunda oldukları şeylerin dikte ettirilmesinden de korkarlar.

Bir çok hekimin bir çok önemli hastalığı vardır. Pek azı "önemser" ve gereğini yapar. Hele hele gençken...

"Ölüm benden çok ırak" diye düşünür. Sonra bir gün ölüm kapıyı çaldığında eğer şansları yeterli değilse genellikle, gerçekten yolun sonuna gelmişlerdir.

Ahmet de öyleydi. Bir dolu sağlık sorununu kocaman bedeni içinde saklarken, onların yaratacağı sorunları önemsemezdi. Bedeninin verdiği sinyallere hep gözünü kulaklarını kapattı...

Ölümünden çıkarılması gereken derslerden birisi bu: Hastalıklar hekimleri de buluyor ve onlardan uzak değil. Hem de aslında daha sık ve daha erken buluyor. Çünkü "dert"lerle uğraşmak hekimi de "dertli" yapıyor. Ama bir ayrım var burada; hastasının derdiyle dertlenen hekimler dert sahibi oluyorlar. Böyle olmayanlara ölüm diğerlerine değdiği gibi genellikle "vakti" geldiğinde ya da zamanlı geliyor.

* * *

Ahmet bir hekimdi. Yaşıtım, akranım, sınıf arkadaşım olan bir hekimdi. Birlikte birçok şey yapmıştık. Daha bir çoğunu da yapmaya azimliydik. Hekimliğin ne olduğunu da, ne olmadığını da biliyorduk. Onu bir gelir getirici bir iş bir meslek olmaktan çok, bir yaşam biçimi olarak benimsemiştik.

Yaşamı ve yaşadığını yaşarken anlamlı kılacak bir şeyler yapmak, bir takım izler bırakmak gerekir.

Bunu başarabilenler ne kadar ölmek istemeseler de "mutlu" ölürler genellikle...

Önemli olan bir "iz" bırakabilmek ve "mutlu" ölebilmek.

Onun bıraktığı izler, tanıdığı bildiği bütün insanların yüreklerinde, beyinlerinde ve anılarında...

Bir de 1957-2004 yazan mezar taşında.

Seni unutmayacağız... En azından seni tanıyan, bilen son insan da bu dünyadan gidene kadar...

8.7.2004