>: Merhaba, "Sağlıkta Dönüşüm Programı" konusunda dernek olarak değerlendirmeniz nedir?
M.Sütlaş: AKP Hükümetini, özel olarak da Sağlık Bakanı'nı bu "dönüşüm programı" bakımından başarılı buluyoruz.
>: Nasıl yani biraz açar mısınız?
M. Sütlaş: Tabii, bence iki nedenle başarılılar: İlki “sağlık” kavramını dönüştürdüler. Her ne kadar gereği her zaman tam olarak yerine getirilmemiş olsa da yasalarımızda açıkça ifade edilen ve DSÖ'nün 1978'de Alma Ata Konferansı'nda açıkladığı "sağlığın yalnız hastalıklardan arınmış olmak değil, fiziksel, ruhsal ve sosyal bakımdan tam iyilik halidir" şeklindeki tanımı değiştirilmiş, dönüştürülmüştür. AKP hükümeti ve onun sağlık politikası “sağlık” kavramını “hastalıkların tanısı ve tedavisi” biçiminde anlamaktadır. Sunulan sağlık hizmetleri de bu tanıma uygun şekilde gerçekleştiriliyor. Başka bir deyişle “sağlık hizmetini yalnız hastalıkların tanısı ve tedavisi” hizmetine dönüşmüştür. Bugün yaptıkları yalnız bununla sınırlıdır. Yani “kendi politikaları” bakımından başarılıdırlar. Aslında “başarı” kavramını da doğru değerlendirmek gerekir. Başarı bir hedefe ulaşma bakımından değerlendirilir ve görece bir kavramdır. Neyi başarmak istediğinize göre başarı veya başarısızlık değerlendirmesi yapılabilir.
AKP hükümetinin bu başarısı bizim insanımız ve sağlığımız bakımından bir başarı değildir, ama İMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi ekonomik ve sosyal politikalarını küresel ölçekte belirleyen küresel kapitalist finans odaklarının hedefleri bakımından başarılıdır.
>: Peki söz ettiğiniz bu değişim vatandaşa nasıl yansımıştır, nasıl etki etmiştir?
M. Sütlaş: Oraya gelmeden önce, olumlu etki eden bir kişiden de söz edelim: Ne de olsa o da bu ülkenin bir vatandaşı; “Sağlık Bakanı”ndan söz ediyorum. Bir tarihte bir Maarif vekili, şimdi herkesin anlayacağı şekilde söylersek, bir Milli Eğitim Bakanı “şu mektepler olmasa maarif bakanlığı yapmak ne kolay olurdu” demiş. Burada söylenen söz bugün Sağlık Bakanı açısından “gerçek” olmuştur. Sağlığın tanımı ve sağlık hizmetlerinin bu dönüşümü onu rahatlatmıştır. Her konuşmasında her şeyin ne kadar iyi olduğunu, iyi gittiğini söylemektedir. Çünkü artık sağlıkla değil, hastalıklarla ve onun tedavisiyle uğraşmaktadır. Adı her ne kadar “Sağlık Bakanı” olsa da artık tanı ve tedavi işleriyle uğraşmaktadır. Bu bakımdan aslında konuşurken bu bakanlıktan “sağlık bakanlığı” olarak değil, “Hastalıklar ve Tedavi Bakanlığı” olarak söz edilmelidir.
>: Peki bu bakımdan başarılı sayabilir miyiz onları?
M. Sütlaş: Yine bakmak istediğiniz yönü söylerseniz yanıtımı ona göre vereceğim. Bu bakımdan da örneğin ilaç şirketleri, tıp teknolojisi üreten ve satanlar, özel sağlık hizmetleri sunanlar, kamu kurumlarına taşeron olup hizmet sunanlar bakımından başarılıdırlar. Çünkü sağlığa yapılan toplam harcama yaklaşık ikiye katlanmıştır. Bu paranın da neredeyse tümü bu kesimlere aktarılmıştır. Dolayısıyla onların açısından başarılıdırlar.
>: Ya halkın sağlığı, o konuda bir değişim, düzelme var mıdır?
M. Sütlaş: Kolay fark edilmiyor, zaman geçtikçe verileri ortaya çıkacak, ama bence “değişim vardır” ama bence bu “düzelme yolunda değil kötüleşme yolundadır.” Sağlık Bakanı geçen ay yaptığı bir toplantıda kendisi söyledi. 2005 yılı içinde bu ülkede kamu sağlık kuruluşlarına 290 milyona yakın başvuru olmuş. Bu her vatandaşın 4 kez sağlık kurumuna ulaşması demektir. Yurdun büyük bölümünde hekim yoktur. Büyük bir dağılım eşitsizliği vardır. O zaman bu sayı 6, hatta 8’dir. Hastaneler alışveriş merkezleri gibi halkın boş zamanlarında gezip dolaştıkları yerler değildir. O zaman bu başvuru sayısının artışının nedeni neler olabilir diye kendimize soralım. Benim bulabildiğim olasılıklar şunlar: 1) İnsanlar daha çok hastalanmıştır. Bence bu doğrudur. Çünkü toplumu hastalandıracak unsurlar arasında olumlu, azalma anlamında değişiklik yoktur. 2) Başvuranlar, ilk başvurularında yeterince etkin tanı ve tedavi hizmeti alamamaktadır ve yeniden gitmektedir. Bu da doğrudur. Çünkü 1,5-2 dakikalık bir muayene ile doğru tanı ve tedavi alma olanağı yoktur. 3) Performans, belirli sürelik ilaç yazımı zorunluluğu şeklindeki reçete kontrol sistemleri, gereksiz sevk paslaşmaları gibi hizmet sırasındaki bir takım uygulamalar; kişilerin başvuru sayısını artırmaktadır. Bu da doğrudur. Her üç uygulama da başvuru sayısını artıran nedenler olarak hemen her sağlık görevlisi ve hizmet alan tarafından söylenmektedir. Şimdi bunlara bakarak bu yönde bir “başarı”dan söz etmek mümkün müdür? Sonuç olarak ; “Toplumumuz hemen her bakımdan daha ‘hastalıklı ve sağlıksız’ bir toplum haline gelmiştir” diyebiliriz. Ama bu başarısızlığı, başka bir açıdan bakarak “başarılı” bulabiliriz. Örneğin küresel ilaç firmaları ve sağlık teknolojisi şirketleri ve tabii özel hastane işletmecileri, taşeronluk hizmeti verenler, hatta “performansa dayalı döner sermaye alan” sağlık hizmeti çalışanları bakımından başarılıdırlar. Çünkü her bir kesimin kazanç ve kârlılığı yükselmiştir. Yaşadığımız olaylar bunu gösteriyor aslında. “Hastalıklar ve Tedaviler Bakanı” da bunu teyit ediyor örneğin: “9 milyar alacaklar ama gitmiyorlar” diyor. 657 sayılı Devlet Memurları Yasası’nda bu paranın veriileceğini gösteren bir düzenleme yok. Tek yol uzman hekimlerin bu parayı “Döner sermaye”den. Almaları. Döner sermayenin geliri ise hastalar daha çok ve sık başvurmalarına bağlı. Konu bu kadar basit yani.
>: Bu arada diğer sağlık hizmetlerinde bir değişim var mıdır?
M. Sütlaş: Tanı ve tedavi hizmetleri sağlık hizmetinin küçük bir bölümünü oluşturur aslında. Hem akli hem de insani olan sağlığın korunması ve geliştirilmesidir. Başka bir deyişle, sağlığın bütün toplumu etkileyen yanıdır. “Sağlık toplumsal bir olgudur.” Sağlığın tanımındaki “sosyal iyilik hali” sözü doğru anlaşılmalıdır. Ama bunlardan artık söz edemiyoruz, mevcut sağlık hizmetinde. Dolayısıyla artık insanımızın sağlığı korunamamaktadır. Malatya'daki ishal salgını bu nedenle ortaya çıkmıştır, verem bu nedenle patlama noktasına gelmiştir, kuş gribinin can almasının nedeni budur. Resmi veriler ortaya konulmadığı için sağlığın diğer parametreleri konusundaki verileri sunamıyorum. Ama mevcut verilerin bir bölümü dikkatli bakılırsa ortaya koyuyor. Örneğin bebek ölüm hızı, ölen anne sayısı kırsal kesimde çok yavaş azalıyor. Bu azalmaya da verilen sağlık hizmetlerinin etkisi çok az. Büyük bir genç nüfus göçü yaşanıyor. Aşıyla önlenebilir hastalıkların görülme sıklığı ve aşılama oranlarıyla ilgili durum da böyle. Büyük kentlerde çocuğunu elinden tutup bir doktora götürebilenlerin çocukları aşılanıyor. Geri kalanı aşısız. Hastanelerin bu hastalıklarla ilgili istatistikleri yok, kızamık, boğmaca, difteri büyük kentlerde görülüyor mu, görülüyorsa bildiriliyor mu bunlar belirsiz. Büyük kentlerin diğer aşıyla önlenebilir hastalıkları konusunda da durum aynı; bulaşıcı sarılık durumu nedir? Bunları net ve doğru olarak bilmiyoruz. Aşı satanlar dışında da kimsenin umurunda değil. Devlet aşı üreten tek merkezini kapatıyor ve aşı üretiminden vazgeçebiliyor. Çünkü yeğlenen politikalar böyle: DB, İMF, DTÖ’yle yapılan anlaşmalar, “herhangi bir tüketim nesnesi piyasadan alınabiliyorsa bunu üretmeyeceksin” diyorBazı parametreleri hatalarından arındıracak çalışmalar yapmak gereklidir ki, bunlar durumun olumsuzluğunu göstereceği için yapılmıyor. Diğer yandan kişisel gözlemlerim, duyumlarım bu konuda daha önce sağlanan kısmi düzelme eğiliminin tersine döndüğünü göstermektedir. Halkımız giderek daha “sağlıksız” hale gelmektedir.
>: Peki “başarılı” dediğiniz tanı tedavi hizmetleri bakımından bir olumluluk var mıdır?
M. Sütlaş: AKP hükümeti bir konuda daha başarılı. Bunu hepimizin fark etmesi gerekiyor. Vatandaşın “ağzına bir parmak bal çalmasını”, ama “arkasından koca bir kazık sokmasını” çok iyi biliyor. Uygulamalara dikkatle bakılırsa görülecektir. Önce toplumsal muhalefeti ve karşı çıkışı önlemek için bir “popüler” uygulamada bulunuyor. Genellikle bu herkesin işine gelen, çıkarı olan bir şey oluyor. Örnek: SSK sağlık kurumlarının “Hastalıklar ve Tedavi Bakanlığı”na devri. Sayısal bakımdan yetersiz, alt yapı, personel bakımından yetersiz ve hizmet verirken de bir çok yanlışın, kötü alışkanlıkların rol oynadığı, hizmet alanların ayrımsız tümünün “bıktığını” söyledikleri bir kurumdan hizmet alma yerine; SSK'lılara “artık tüm sağlık kurumlarından hizmet alabilirsiniz” dediler. SSK'lılar bundan memnun oldular. Çünkü özellikle büyük kentlerde bir seçenek çokluğu ortaya çıktı. Diğer yandan yıllardır yeni sağlık kurumu açmadan, eskisine göre neredeyse iki kata ulaşan bir nüfus kesimine bir rahatlık sağlandı. Ama bu işin “bir parmak bal” tarafıydı. Sonra görüldü ki, hizmet veren kuruluş sayısı genel anlamda da yetersizdir ve bu “göstermelik ve geçici bir iyilik hali”dir. Yani çözüm değil, hekimlerin deyişiyle “palyatif”, yani sorunu yakınılır olmaktan çıkaran bir uygulamadır. Aslında bu uygulamada bile büyük kentler dışında, Anadolu’nun büyük bölümünde ve kırsal kesimde önemli bir değişim olmamıştır. Bugün büyük kentlerde eskiden SSK'ya ait olanlar dışındaki “Hastalıklar ve Tedavi Bakanlığı”na bağlı olan sağlık kuruluşlarına gidin orada da bir zamanlar SSK'da yoğun yaşanan sorunların sürdüğünü göreceksiniz. Bunun çözüm için yetmediğini görünce bu kez “özel sağlık kuruluşları” devreye girdi. Bunlardan da hizmet alınmaya başlandı. Özel sağlık hizmeti sunan kurumlar büyük kentlerde olduğu için yalnız buralarda gündeme gelen, ülkenin tümü için geçerli olmayan bir uygulamaydı. Bugün yasal olarak herhangi bir ek bedel ödemeden özel sağlık kuruluşlarından hizmet alma hakkı olmasına karşın, durum böyle değildir ve hizmet alan sosyal güvenceli vatandaş yine cebinden ek para ödemektedir. Uygulama halka değil “özel kesim”e kazandırmıştır.
İlaç konusunda da aynı şey oldu. Herkes ilacını serbest eczanelerden “serbest piyasa kurallarına göre” alıyor. Bu halkın hoşuna gidiyor tabi. Eskisi gibi saatlerce kuyruk beklemiyor. Ama bu da işin “bir parmak bal” tarafıdır. Çünkü mevcut kaynağın bu tüketimi karşılaması olanaklı değildir ve çok yakında “deniz tükenecektir”. O zaman bu ilaçları sağlaması yaşamsal bakımından gerekli olanlar başta olmak üzere herkes ekleyip kenetleyip sosyal güvenlik kurumuna prim ödediği halde ilacını para vererek almak zorunda kalacaktır. Burada da yapılan küresel ilaç şirketlerine, bu arada aracılık yapan eczacı kesime, yazdığı ilaçtan “katkı payı” alan hekime buna itiraz etmemeleri için “bir parmak bal” sunulmuş olmaktadır. Ama deniz onlar içinde çok yakında tükenecektir.
Yeşil kart konusu da böyledir. Yeşil Kartı olanlar da artık, yalnız bedelsiz muayene olmamakta aynı zamanda ilaca yani tedaviye de ücretsiz ulaşmaktadırlar. Bu da işin “bir parmak bal” tarafıdır. Ama 12-14 milyonluk bir güvencesi kesimin sayısı bir yıl içinde “beş milyon azaltılmıştır”. Yeşil kartın verilmesi için gerekli olan koşul komiktir. Oturduğu gecekondusu kendisinin olana veya asgari ücretin üçte birinden fazla geliri olan kişiye, hiç bir sosyal güvencesi olmasa bile yeşil kart verilmemektedir. Şu anda mecliste olan Genel Sağlık Sigortası Yasası çıkıp uygulaması başlayınca bu kesimlerin bir bölümü bir de “sağlık vergisi” ödeyecekler. Bu da işin “arkasından sokulan koca kazık” kısmıdır. Tüberküloz gibi sosyal hastalıklarda, GAP bölgesindeki sıtmada ve şark çıbanında olduğu gibi sosyal ve büyük toplum kesimlerini ilgilendiren durumlarda da durum aynıdır.
Benzer biçimde Aile hekimliği uygulamasında “herkesin bir hekimi olacak” propagandası işin “bir parmak bal” olan tarafıdır. Ama sağlığı koruyucu, önleyici ve sağlığı geliştirici hizmetlerden artık yararlanamamak da “arkasından sokulan kazık” kısmı olacaktır. Çünkü Aile hekimi bunları yapmaya kalksa bile parasal bir karşılığı olmadığı için yapmaya yeltenmeyecektir. Diğer yandan aynı başvuru hızıyla –aslında bu pek çok yönden hekimin işine de gelecektir- günlük 24 saatlik mesaisi kendisine kayıtlı olan 3000 hastanın başvurusuna yetişemez olacaktır. Hesabı yaptığımızda bir aile hekimin hiç uyumadan, yemeden, içmeden, kendisini yenileyecek sürekli eğitimini yapmadan hizmet vermesi söz konusu olacaktır. Vatandaşlar böyle bir hekimi olmaması için elinden gelen çabayı göstermelidir. Çünkü “hataya kurban olma” olasılığı çok aratacaktır.
Sonuç olarak AKP hükümetinin “Hastalıklar ve Tedavi Bakanlığı” eliyle uygulamaya koyduğu “dönüşüm programı” halkın sağlığını olumsuz etkilemektedir, bu olumsuzluk da giderek artacaktır.
>: Size teşekkür ediyoruz. Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?
M. Sütlaş: Evet var. Bir de bu süreçte verilen mücadeleden de söz etmek istiyorum. Biliyorsunuz 5 Kasım 2003’te sağlığın tüm kesimlerinin, hasta ve hasta yakınları ve bu alanda kurulmuş sivil örgütlerin ve halkın katılımıyla gerçekleştirdiği muhalefet ve mücadele, iktidarı korkutmuş ve bu konuda bir dava açmaya yöneltmişti. Çünkü toplumun “birlikte ve elele” verdiği mücadelenin durumu değiştirmesi olasıdır. Ama şimdi bu uygulamalara yönelik mücadeleyi, sağlık çalışanlarının örgütleri “halkı yanlarına katacak çabalarda bulunmadan” sürdürmeyi yeğliyorlar. Diğer yandan aslında kendi kitlelerini de giderek daraltarak bu mücadeleleri vermeye yöneliyorlar. “Mücadele daha çok merkezi ve temsili mücadele” biçiminde ve özellikle de medyanın aracılığıyla topluma ulaşma şeklinde oluyor. Bu yöntem yanlıştır. Sağlık hizmetinin asıl sahibi halktır, vatandaştır. Ona ulaşarak, onunla birlikte mücadele etmek gerekir. Biz halkın katılmadığı bir sağlık mücadelesinin başarılı olabileceğini, bu durumu olumlu anlamda değiştirmeye yetmeyeceğini söylüyoruz. Eğer daha sonra ayrıca konu olarak ele alırsanız size bizim derneğimizin bu dönemde geçekleştirmeyi planladığı “Sağlık Kurumları İzleme Kurulları” çalışmamızdan söz ederek bu katılıma yönelik bizim çözümümüzü de anlatabilirim. Ama son söz olarak şunu söyleyeyim ki “durumu görenler ve bu doğruları bilenler halka bunları doğrudan aracısız, sundukları hizmet sırasında karşılaştıklarında ve özel olarak halkın içine giderek anlatmalıdırlar. Bu yapılmazsa her açıdan sağlıksızlığımız artacak.” Bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim.
Şubat 2006
(*) Bu başlıkta belirtilen söz aslında; "Sağlık kavramını da, sağlık hizmetini de dönüştürmeyi başardılar" şeklindedir.